Sana Göre Haber

Felsefenin Merceğinden Gezi: Bir Sanat Eseri Olarak Direniş

Bu makalenin başlığı, Ioanna Kuçuradi’nin “Sanata Felsefeyle Bakmak” isimli eserinden ilhamla seçilmiştir. Buradaki amaç, Gezi’yi felsefi bir perspektiften ele almak ve onun sanatla örtüşen niteliklerini gün yüzüne çıkarmaktır.nn2013 yılının mayıs sonları, şafak vakti kendimizi her sabah Taksim Meydanı’nda bulduğumuz bir dönemdi. Gezi Direnişi’nin başladığı o günlerde, başlangıcı nem, demir, metal, toz ve gazın kendine has dokusuyla sarmalanmış bir sokak kokusu kuşatıyordu. Yıllar boyunca dillerden düşmeyecek sloganlar henüz yaratılmamıştı; tamamen saf ve organik bir birliktelikle, sırtlarımızı ağaçların gövdelerine dayamış, bakışlarımızı kararlılıkla ileriye yöneltmiştik. Dışarıdan bakıldığında her şey oldukça sıradan bir sabah gibiydi. Gezi, herhangi bir kategoriye sığdırılamayan bir öz düzenleme hareketiydi. Kendi dinamikleri içinde sürekli yoğunlaşan, kaynaşan ve coşkuyla taşan bir eylemdi.nn**HAKKINI VEREREK HATIRLAMAK…**nnMichel Foucault, yaşamın zengin duygusal dokusunu yakalayabilmek için odaklanmanın ve konulara tekrar tekrar dönmenin gerekliliğinden bahseder. Ona göre bu, felsefi bir çalışma gerektirir. Bu açıdan bakıldığında, güzellik, iyilik ve hakikat sorularını sormadan Gezi’yi layıkıyla anımsamamız mümkün değildir. Zira Gezi, bu kavramların her birini bünyesinde barındıran bir hareketti. O dönemde, hem bedensel hem de zihinsel olarak alışılmışın ötesinde bir duyarlılıkla oradaydık. Hakikati ararken, aynı zamanda güzelliğin de peşindeydik. Güzellik ve hakikat önemliydi, fakat anlamlı bir vaat sunmaları ancak ikisinin bir arada var olmasıyla mümkün olabilirdi. Estetik hassasiyet ve estetik duyguları tecrübe etmek, önemli bir hissetme biçimiydi.nnÇizgi roman yazarı Stan Lee, sinemanın en demokratik sanat formlarından biri olduğunu ifade eder. Sinema, yönetmenden çok oyuncular aracılığıyla var olan, paylaşılan bir deneyimdir. Gezi’nin sinematografik yapısı da tam olarak bu demokratik dallanmadan kaynaklanıyordu. Her şeyi bildiğini iddia eden teorisyenler suskun kalırken, herhangi bir içsel derinliği olmayan ezbere dayalı varsayımlar da bir bir çürütülüyordu. O anlarda, Pablo Picasso’nun “Guernica” tablosunun siyah beyaz renklerindeki anlamı, yani içinde ölümü ve esareti barındıran o derin çözülmeyi idrak ediyorduk. Sanat, gerçekliğin anlamsız bir kopyası olamazdı. Aksine, hakikatin tam kalbinde yer almalı, tıpkı Guernica gibi, ateşin ortasında korlanan bir alev topuna dönüşebilmeliydi.nnSanat, doğası gereği avangarttır. Sanat üzerine düşünebildiklerimiz, onun hakkında dile getirebildiklerimizin her zaman ilerisindedir. Gezi, bu bağlamda müziği ve sloganları, performatif direniş biçimleri, kendiliğindenliği, parkın ortasında yarattığı küçük “Christiania”sı ve bir sarmaşık gibi yükselen kütüphanesiyle “Her şey herkes içindir, sahip olmak için değil” ilkesini hayata geçiriyordu. Mizah, işte bu ortak felsefeden beslenerek büyüyordu. Neredeyse her şey “o anda” olup bitiyordu. Gezi’yi zihnimizde sinematografik sahnelerle canlandıran fakat onu bir fotoğraf karesinin ötesine taşıyan asıl unsur, evrensel bir fikrin bulunmuş olmasıydı. Yaşamın kendi öngörülemezliğine bir katman daha eklenmiş ve her şey bu çerçevede yeni bir biçim kazanmıştı.nn**YÜRÜRKEN ŞEKİLLENDİ**nnPeripatetik ekolün mensupları olan Sokrates ve Aristoteles, felsefelerini yürüyerek icra ettiler. Belirli bir varış noktaları olmaksızın, gezinerek düşündüler. Gezi de aynı şekilde yürürken şekillendi, gelişti ve felsefesi hareket halindeyken ortaya çıktı. Her türlü düzenlilikten ve kategorizasyondan uzak olan bu hareket, bir nevi “sıfırdan başlama arzusu” olarak tanımlanabilirdi. Ağaçların o dik başlı ve mağrur duruşu, insanlara da sirayet etmişti.nnSanatın kendisi de esasen bir sıfırdan başlama arzusudur. O, karmaşık ve özgür bir yaşam sürmenin, aynı anda hem aşırı hem de doğal olabilmenin bir yoludur. Mitlerden, efsanelerden, ideolojilerden ve dogmalardan bir kopuşu temsil eder.nnGenellikle ilgi uyandıran şey fikirlerin kendisi değil, dilin canlı yapısının zihindekileri ilginç kılmasıdır. Dil, dinamik doğasıyla sürekli olarak dönüşür. Rudolf Steiner’e göre zihnimiz kafatasımızın içinde değil, dilimizde ve eylemlerimizdedir. Zihin olarak adlandırdığımız şey, kurulabilen, bozulabilen ve yeniden kullanılabilen bir formdur. Gezi, tüm bu formların ana iskeletini oluşturdu. Gezi’yi anımsamak, bizim için hiçbir zaman basit ve neşeli bir eylem olmadı. Üzerinden 12 yıl geçmesine rağmen seslerinin hâlâ kulaklarımızda bu denli canlı bir şekilde çınlamasının sebebi, o dönemde yaratılan bu özgün dil aracılığıyla yepyeni bir anlamın türetilmiş olmasıdır. “Başarı” kelimesi, artık dünyanın sahibi olduğunu zanneden politikacıların yakasına taktığı acınası bir rozetten ibaretti. Günümüz dünyasında başarmak, ancak zayıfların üstlenebileceği bir iş olabilirdi. Bizler, yani “daha az önemli kişiler”, asıl gücün kendi içimizde bulunduğunu biliyorduk.

Exit mobile version