Sana Göre Haber

Bir Alimin Mirası: Kadızade ve Bilimsel Özerklik Anlayışı

Eğitime erişim koşulları kişiden kişiye büyük farklılıklar gösterir; bazıları son derece zorlu şartlar altında öğrenim görürken, diğerleri ise tüm imkanlara sahip olmalarına rağmen okumaya ilgi duymazlar. Bu, üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bununla ilintili bir diğer hayati konu ise bilimde laiklik ilkesidir; yani siyasetin ve dinin, bilim insanlarının çalışmalarına müdahale etmemesi gerekliliğidir. Bursalı alim Kadızade-i Rumi’nin hayat hikayesinin, bu iki önemli temanın kesişim noktasında durduğunu söyleyebiliriz.

**EĞİTİM UĞRUNA AŞILAN ENGELLER**

Ülkemizde yakın zamana kadar, bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki çocuklar, okullarına ulaşabilmek için dereleri, tepeleri aşarak uzun mesafeler kat etmek zorunda kalmışlardır. Bu fedakarlık evrensel bir durumdur. Beni derinden etkileyen “Dünyanın En Tehlikeli Okul Yolları” başlıklı belgesel dizisi, bu gerçeği gözler önüne seriyordu. Yapımda And Dağları, Kırgızistan ve Madagaskar gibi yerlerde çocukların okullarına gitmek için ne denli tehlikeli yollardan geçtiği anlatılıyordu. Bu büyük riski neden göze aldıkları sorulduğunda, pek çoğunun verdiği yanıt dokunaklıydı: “Çünkü öğretmen olmak istiyorum.” Günümüzde de benzer bir adanmışlık ruhuyla, lise eğitimini tamamlayan gençlerimiz yükseköğrenim için uzak diyarlara gitmekte, başlangıçta yalnızlık ve adaptasyon sorunları yaşasalar da zamanla bu zorlukların üstesinden gelmektedirler.

**KADIZADE’NİN AZİM DOLU YOLCULUĞU**

Asıl adı Selahattin Musa olan Kadızade, 14. yüzyılın sonlarına doğru Bursa’da doğmuştur. Bursa kadısının torunu olması sebebiyle “Kadızade-i Rumi” lakabıyla anılmıştır. Bilimsel kariyerinin başlangıcı, doğruluğu yüksek bir efsaneye dayanır ki bu efsaneyi *Uluğ Bey* isimli tiyatro oyunumda detaylı bir şekilde işledim. Kadızade, Bursa ve Konya’da dönemin matematik, cebir (riyaziye) ve geometri (hendese) alanlarındaki tüm birikimine hakim olmuştu. Ancak bu onun bilgiye olan açlığını dindirmeye yetmedi; hedefi, o çağın matematik ve astronomi alanında dünyanın en ileri merkezi olan Semerkant’a gitmekti. Amcaları bu seyahate karşı çıktılar ve kaçmasını engellemek amacıyla ona maddi destek sağlamadılar. Fakat Kadızade kararından dönmedi ve evden kaçmayı planladı. Bir gün, ailesinin onun akıbeti hakkında endişelenmemesi için evli olan ablasına Semerkant’a gideceğini anlattı ve bu sırrı üç gün sonra aileye açıklayacağına dair yemin ettirdi. Kitaplarını bir bohçada toplayıp bir gece yarısı yola koyuldu. Cebinde tek bir akçesi dahi yoktu ve bu uzun yolu nasıl aşacağına dair bir planı da bulunmuyordu. Sabaha dek yürüdükten sonra dinlenmek için oturduğunda, kitaplarından birinin tuhaf bir şekilde kalınlaştığını fark etti. Ablasının, kitabın arasına gizlice tüm mücevherlerini ve bileziklerini yerleştirdiğini anladı. Bu değerli eşyaları yol boyunca satarak Horasan’a kadar ulaşmayı başardı. Annelerin ve ablaların sevgisi her zaman yol göstericidir. Kadızade, ablasına bir mektupla teşekkürlerini iletti ancak Bursa’ya bir daha asla dönmedi. Bazıları için eğitim kolay bir süreçken, bazıları için ise böylesine meşakkatli bir yoldur.

**KADIZADE VE BİLİMDE ÖZERKLİK MÜCADELESİ**

Kadızade’nin yolu, Semerkant’ta Timur’un torunu ve Mirza Şahruh’un oğlu olan Uluğ Bey ile kesişti. Uluğ Bey, bir sultan olmasına rağmen aynı zamanda bir medresede ders veren bir müderris (profesör) olmayı yeğleyen bir hükümdardı. İnşa ettirdiği büyük medresede, nakli ilimlerin yanı sıra akli ilimler olan matematik ve astronomi eğitimine de büyük önem veriliyordu. Kardeşi Baysungur’un heykelcilikle uğraşması gibi gelişmeler, bu dönemi bir Türk Rönesansı olarak nitelendirmeyi mümkün kılmaktadır.

Uluğ Bey, kurduğu medresenin yönetimine Kadızade’yi baş müderris (rektör) olarak atarken, kendisi de müderris olarak görev yapmaya devam etti. Kadızade, atanmış bir rektör olmasına rağmen göreve başlarken Uluğ Bey’den kurumun işleyişine karışmayacağına dair söz almıştı. Anlaşılan o ki Kadızade, günümüz tabiriyle özerk bir üniversite talep ediyor ve bilimde laiklik ilkesini savunuyordu. Şahsi kanaatim, sanatta ve bilimde laikliğin, siyasetteki laiklikten önce gelmesi gerektiğidir. Sanatçıların ve bilim insanlarının çalışmalarına siyasetçiler ve din adamları müdahale etmemelidir. Özerk üniversite ancak bu şekilde var olabilir.

Verdiği söze rağmen Uluğ Bey, bir gün bir müderrise öfkelenerek onu medreseden kovdu. Bunun üzerine Kadızade üç gün boyunca medreseye gitmeyerek tepkisini gösterdi. Sultan olmasına rağmen Uluğ Bey, Kadızade’nin evine giderek neden görevine gelmediğini sordu. Kadızade, sultanı saygıyla karşıladıktan sonra kendisine verilen sözü hatırlattı ve şöyle dedi: “Baş müderris benim. Hangi müderrisin işe alınacağına veya çıkarılacağına karar verecek olan da benim. Siz o müderrisi görevden alarak benim yetkimi çiğnediniz, bu sebeple medreseye gelemem.” Uluğ Bey gibi ulu bir sultan, bu tavır karşısında özür diledi ve ertesi gün o müderrisi görevine iade etti. Bunun üzerine Kadızade de görevinin başına döndü. Rönesans, medeniyet ve saygı işte budur; özerk üniversite bu şekilde işler. Bu olayda hem Kadızade hem de Uluğ Bey onurlu bir duruş sergilemiştir.

Uluğ Bey, Semerkant’a ayrıca devasa bir gözlemevi inşa ettirmişti; bu gözlemevinin sentaksı Ayasofya’nın kubbesinden daha büyüktü. Burada yaptığı çalışmalarla 1040 yıldızın konumunu hesapladığı “Ziyc” adlı eserini kaleme aldı. Bu eserdeki ölçümlerin günümüz teknolojisiyle yapılan hesaplamalarla ya birebir aynı ya da sadece bir derece farklı olduğu görülmektedir. Ali Kuşçu da bu önemli esere bir şerh yazmıştır.

Exit mobile version