Brüksel’in Kalbi Caz Ritmiyle Attı

Her sene mayıs ayının sonlarına doğru Brüksel, eski bir müzik kutusunun canlanması gibi hareketlenir. Şehrin caddeleri cazın enerjisiyle dolup taşar; notalar kaldırımlara işler, ritimler parke taşlarının arasından sızarak tramvay raylarına kadar ulaşır. Bu yıl da gelenek bozulmadı. 23-25 Mayıs tarihlerinde düzenlenen Brüksel Caz Hafta Sonu boyunca kent, üç gün süreyle sadece müzikle yaşamakla kalmadı, adeta müziğin ta kendisi oldu ve ruhunun derinliklerine cazı çekti. Swing’in enerjik ritimleri, bebop’un isyankâr soloları ve fusion’ın yenilikçi buluşmaları, Brüksel’i çok daha hayat dolu, kucaklayıcı ve birleştirici bir şehre dönüştürdü.

KENT BÜTÜNÜYLE BİR SAHNEYDİ

Caz tınıları gökyüzünden süzülen yağmur damlalarıyla birleşirken, müzik tutkunları bulutların dağılıp güneşin yüzünü göstermesini umut etti. Ancak bu defa gri şehre sıcaklık getiren, beklenen güneş ışıkları değil, her bir köşeden yayılan capcanlı melodilerdi. Aslında cazın özü de tam olarak bu değil midir? Güneşin olmadığı anlarda bile insanın içini ısıtan bir ezgi gibi.

Kentin tarihsel dokusu, Grand Place’in görkemli altın yaldızlı binalarından yansıyan bir trompet solosuyla adeta yeniden hayat buldu. Sainte-Catherine Meydanı’nın eski balık pazarından miras kalan serin atmosferi, bir kontrbasın derin ve zengin tonlarıyla yankılandı. Bourse Meydanı’nın gündelik koşuşturması ise bir baterinin her bir vuruşuyla dağıldı ve meydan dev bir sahneye evrildi. Etkinlik kapsamında üç açık hava sahnesi, beş farklı sokak performans alanı ve otuzdan fazla mekânda yüzden fazla sanatçı performans sergiledi. Fakat gerçekte sahne, şehrin tamamına yayılmıştı. Barlar, kitapçıların sakin arka bahçeleri, pasajların gizli kalmış noktaları… Her bir köşe adeta bir performans alanına dönüşmüştü. Bir pencereden sokağa taşan saksafon sesi, bir çocuğun tempo tutan adımlarında somutlaştı. Fransızcanın melodik yapısı ile Flamancanın daha keskin tonları, cazın evrensel dilinde eriyip gitti. Zira burada önemli olan neyin söylendiği değil, nasıl hissettirildiğiydi.

CAZIN GELECEĞİ VE NİNNİLERİ

Brüksel, üç gün boyunca gündüzleri meydanlarda ve sokaklarda, akşamları ise barların samimi atmosferinde cazla soluk alıp verdi. Gece şehre indiğinde ise bu melodiler, yorgun caddeleri bir battaniye misali sararak kenti caz ninnileriyle uykuya daldırdı.

Ancak bu festival, yalnızca geçmişin bilinen ezgilerine dayanmıyordu. “Brussels Jazz Vanguard” ismiyle hayata geçirilen girişim, henüz isimleri pek duyulmamış genç Belçikalı müzisyenlere kendilerini gösterme fırsatı sundu. Onlara bir sahne ve bir mikrofon emanet edildi. Belki de babasının eski plaklarından dinlediği Miles Davis’in müziğinden ilham alan genç bir trompetçi, o sahnede kendi özgün yolunu çizmeye başladı. Gelecekte bir gün plak dükkânlarında adına rastlanacak bir sanatçının ismi, belki de ilk defa orada duyuldu. Belki de bir saksafon solosu, bir çocuğun kalbine müzik sevgisini ekti. Veya biri, yıllar sonra o yağmurlu günü, o piyanoyu ve yağmura aldırış etmeden kahkahalarla dans eden o bir avuç cazseveri anımsayacak.

Festival, herkese açık ve katılımın tamamen ücretsiz olmasıyla dikkat çekti. Aynı ezgide birleşmek için tek gereken orada bulunmaktı. Sokakta yürüyen ileri yaşlı bir çift, kucağındaki çocuğuyla ritme kapılan genç bir anne, el ele tutuşmuş iki arkadaş… Hepsi tek bir melodi etrafında toplandı. Bir melodinin insanları bir araya getirme gücü, aslında yalnızca notaların değil, aynı zamanda anıların da paylaşılmasıdır. Çünkü caz denen müzik, içinde bazen bir göçmenlik hikâyesini, bazen bir isyanın fısıltısını, bazen de bir hasretin yankısını taşır.

İster sıkı bir caz hayranı olsun, ister yalnızca şehrin sokaklarında kaybolmayı arzulayan bir gezgin; bu festival herkesi kucakladı. Şehri cazın ritmiyle yeniden keşfetmek ve daha önce duymadığı bir şarkıda kendini bulmak isteyenler, kentin dört bir yanında cazın izini sürdü. Herkes için ayrılmış bir yer vardı. O hafta sonu boyunca Brüksel’in kalbi caz ile birlikte attı ve Brükselliler de bu büyük melodinin bir parçası haline geldi. Zaten Brüksel’in kendisi de bir müzik değil midir? Kimi zaman Brel’in hüzünlü ama güçlü sesinde, kimi zaman bir göçmen çocuğun Flamanca söylediği bir rap parçasında, kimi zaman da bir köşe başından yükselen saksafonun içli ezgilerinde yankılanan bir müzik.