The Studio: Hollywood’un Parıltılı Dünyasına Zeki Bir Eleştiri

Hollywood’un kendini eleştiren öykülerle dolu tarihinde, “The Studio” kadar yıldızlarla süslü konuk oyuncu kadrosunu ve kendine özgü mizahı birleştiren çok az yapım bulunur. Yaratıcıları Seth Rogen ve Evan Goldberg’in bizzat yaşadıklarından ilham alarak kaleme alıp yönettikleri bu fantastik anlatının son bölümü geçtiğimiz günlerde Apple TV+’ta izleyiciyle buluştu. Bir sinema aşığı olsanız ve Hollywood hakkında sınırlı bilgiye sahip olsanız dahi, bu görkemli ve kaotik serüvene sonuna kadar kapılacaksınız.

“The Studio”, Paul Dano tarafından çekilen karlı bir orman kulübesi sahnesiyle başlıyor ve ana karakteri Matt Remick’i (Seth Rogen) bizlere takdim ediyor. Matt, stüdyo ziyaretlerine “aşırı” düşkün, yaratıcı fikirler sunmaktan keyif alan ve sinemaya tutkun bir stüdyo çalışanıdır; bu “aşırılığın” ne anlama geldiğini ise ikinci bölümde daha net kavrıyoruz. Ancak onun “sıradan bir adam” olduğu ve hatta beceriksizlikte ustalaşmaya yatkın olduğu gerçeğini de çabucak anlıyoruz. Nitekim çok geçmeden, stüdyoyu yıllardır idare eden akıl hocası Patty Leigh’in (Catherine O’Hara) görevden alındığını ve Continental’in başına kendisinin getirildiğini öğrenmesiyle işlerin sarpa saracağı belli olur. Stüdyo başkanı Griffin Mill (Bryan Cranston), Matt’e işi bir şartla vereceğini söyler: Kool-Aid adlı içecek markasının maskotunu kullanarak kârlı bir film yapmalıdır. Böylece Matt’in bu “rüya gibi terfisi,” onu bir sinemasever olmak ile bir tüccara dönüşmek arasında yalanlarla dolu bir dünyaya sürükler.

Aslında “The Studio”yu bu kadar keyifli kılan şey tam olarak bu formülde yatıyor: Matt’in sıradanlıkla aptallık arasında gidip gelen portresi ile Oscar ödüllü yönetmenleri gişe canavarı filmlerle bir araya getirme çabasının yol açtığı felaketler silsilesi. Hatta dizinin sadece en iyi bölümleri olmakla kalmayan ilk iki bölüm, bu durumu mükemmel bir şekilde özetliyor. Martin Scorsese’ye bir Kool-Aid filmi yönetme teklifi götürme fikrinin tetiklediği fiyaskolar ve Matt’in bir film setini mahvettiği anlar, bu tür hiciv anlatılarının en unutulmaz sahneleri arasına girmeye aday. Her bölümün uzun ve kesintisiz çekimlerle tasarlanmış olması, karakterleri takip ediş şeklimizle birleşerek hem “The Studio”nun içindeki kargaşa ve kaosu derinden hissetmemizi sağlıyor hem de Matt’in düştüğü çaresizlik kuyusundaki sıkışmışlık hissine bizi ortak ediyor.

**YILDIZLARLA DOLU BİR KADRO**

Elbette bu etkinin yaratılmasında Matt’in ekibinin de büyük payı var. Başkan Griffin Mill ile birlikte her bir karakter o kadar özenle yazılmış ki, her bölümde eklenen yeni konuk oyuncularla hikâye adeta bir şölene dönüşüyor. Matt’in kendisinden daha takıntılı akıl hocası Patty, terfisiyle yaratıcı yönetmenliğe yükselen hırslı sinemasever Quinn Hackett (Chase Sui Wonders), kurnaz ve duruma göre pozisyon alan Sal Saperstein (Ike Barinholtz) ve tam bir çılgınlık anıtı olan Maya Mason’dan (Kathryn Hahn) oluşan ana kadro, bu kaosu besliyor. Bu ekibe Martin Scorsese, Ron Howard, Charlize Theron ve Zac Efron gibi isimlerin dahil olduğu yıldızlar karması da eklenince, ortaya çıkan cümbüş katlanarak artıyor.

“The Studio”, Patty ile yaşadığı ilk kopuş anından itibaren Matt’in benliğinin bir nevi dönüşüm geçirememesini ve sisteme uyum sağlayamamasını anlatıyor. Her bölümde onu bekleyen sayısız çatışma, yalan, aldatmaca ve pazarlık, karakterinin özünü zorluyor. Çok sevdiği bu sektörde yükselmek, tanınmak ve şöhrete kavuşmak isteyen Matt’in, bu uğurda kendi karakterinden ödün vermek zorunda kalması, yaptığı her küçük hatanın çok daha büyük bir yanlışı tetiklemesine neden oluyor. Ancak nihayetinde karşımızda sinemayı tutkuyla seven bir yönetici var. Başarılı olmakta zorlanmasının temel nedeni de tam olarak bu: O, bir tüccara dönüşemiyor.

Bu noktadan hareketle “The Studio”, film endüstrisinin geçmişini, bugününü ve mevcut durumunu parodi ile gerçeklik arasında bir çizgide sunuyor. Stüdyo yöneticilerinin kayıtsız ticari yaklaşımlarının, çalışanların ise sinemaya, yaratıcı yönetmenlere ve özgün hikayelere olan tutkusunun sanatı ve sanatçıyı nasıl etkilediğini gösteriyor. İzlediğimiz filmlerin beyazperdeye, yani bizlere ulaşana kadar ne gibi zorluklardan geçtiğini etkili bir dille ortaya koyuyor. “The Studio” her yönüyle cesur, kaotik, zekice kurgulanmış taşlamalarla dolu ve son derece eğlenceli bir yapım.

Puanım: 8/10