Başak Gümülcinelioğlu: Sanatın Birçok Dalında Durmaksızın Üretim

Başak Gümülcinelioğlu, popülerliği yüksek, projeleriyle iz bırakan ve oyunculuğun yanı sıra tiyatro oyunu çevirmenliği ve müzik gibi çeşitli disiplinlerde eserler ortaya koyan çok yönlü bir sanatçı. Güncel olarak Disney+ platformunda yayınlanan “Aşkı Hatırla” dizisinde Umay karakterine hayat veren oyuncu, aynı zamanda annelik heyecanını da deneyimliyor. Gümülcinelioğlu ile hem büyük bir ilgiyle beklenen bu yapımdaki karakterini hem de hayatının diğer alanlarındaki sanatsal üretimlerini ve dünyaya bakışını konuştuk.

– Proje seçimlerinizde ne kadar özenli davrandığınız biliniyor. Bu bağlamda, Umay karakterini canlandırmaya sizi ikna eden ne oldu?

Bu yapım bana tam da doğum günümde teklif edildi. Projeleri seçerken gerçekten de detaylı bir değerlendirme yapıyorum. Senaryodan başlayarak projede yer alan isimlere ve yaratıcı ekibe kadar her ayrıntıyı inceliyorum. Eşimle evlilik yıl dönümümüz ve doğum günlerimiz birbirine çok yakın. Bu özel günleri kutlamak üzere Kapadokya’ya gitmiştik. İstanbul’a yeni dönmüş ve doğum günümü kutluyorken “Aşkı Hatırla” projesiyle ilgili telefon aldım. İlginçtir ki, o gün bana gönderilen sahneler Kapadokya’da geçiyordu. Yaşamda bazı olayların tesadüften daha fazlası olduğuna inanırım. Karakteri anında çok sevdim, içimde bir sıcaklık hissettim ve bu projede yer alma kararı aldım.

– Sizce Umay, izleyicinin benimseyip seveceği bir karakter mi, yoksa daha çok eleştirip mesafe koyacağı bir profil mi çizecek?

Bu durum, izleyicinin kimliğine ve hayatındaki mevcut duruşuna bağlı olarak farklılık gösterecektir. Eğer izleyici, hayatının o anında peri masalını andıran bir aşk öyküsünün kimse tarafından bozulmamasını arzulayan daha romantik bir bakış açısına sahipse, Umay’ı anlamakta zorlanması doğaldır. Ancak hikâyenin bir de gerçekçi yönleri var. Umay, Deniz’in (Barış Arduç) sevgilisidir ve Deniz’e defalarca ilişkilerinin devam edip etmediğini sorarak dürüst yanıtlar arayan bir kadındır. Olgun bir tavır sergilemeye çalışsa da, ilk üç bölümde gördüğümüz üzere Umay’ın sabrı oldukça zorlanıyor. Bu, masalsı bir romantizmden ziyade, gerçek hayattan bir kesitin aktarıldığı bir hikâye. Dolayısıyla, empati kurabilen ve objektif bir perspektiften bakabilen her izleyicinin tüm karakterleri anlayabileceğine inanıyorum. Bence hayatta “doğru insanlar” diye bir kavram yoktur; doğru davranışlar, doğru tercihler ve doğru anlar vardır.

– Tiyatronun evrensel doğası düşünüldüğünde, dil ve kültür arasında ciddi bir birikim gerektiren tiyatro çevirmenliği alanında aktifsiniz. Bu alana yönelişiniz nasıl gerçekleşti?

Ne kadar güzel ifade ettiniz, bu konuda tamamen hemfikiriz. Bu nedenle özellikle çağdaş Amerikan ve İngiliz oyunlarını çeviriyorum. Sebebi ise çağdaş Türk, Amerikan ve İngiliz kültürlerine hâkim olmam; bu üç kültürde de yaşamış ve eğitim almış olmamdır. Çeviri yapmaya kariyerimin başlarında, sayısız deneme çekiminin ardından bir umutsuzluk anı yaşadığımda başladım. Ancak kendime “Umutsuzluk sana yakışmaz” diyerek, pasif kalmayı reddettim. İngiltere’de eğitim alırken biriktirdiğim ve sevdiğim metinleri, Türkiye’ye döndükten sonra sırf aktif kalmak ve “Neden olmuyor?” sorusuna takılıp kalmamak için çevirmeye koyuldum. Bazen kurduğumuz hayaller, tam olarak beklediğimiz gibi gerçekleşmese de, sonrasında çok daha iyi bir şekilde karşımıza çıkabiliyor. İlk çevirim kabul gördükten sonra peş peşe birçok oyun çevirdim. Geçen ay bir çevirim Devlet Tiyatroları repertuvarına dâhil edildi, bir önceki yıl ise Şehir Tiyatroları’nda bir oyunum sahnelenmişti ve yıllardır özel tiyatrolarda da oyunlarım sergileniyor. Sanırım bu serüven, hayatta “durmayı” kabullenmediğim için başladı ve iyi ki de başlamış.

– Tiyatro metinleri çeviriyor olmanız, sizin sahneyle veya metinle olan bağınızı farklı bir boyuta taşıyor mu? Bir dilin ruhunu başka bir dile aktarmanın sorumluluğu sizce nasıl bir his?

Gerçekten de uzun bir süredir bu kadar keyif aldığım sorularla art arda karşılaşmamıştım. Metin çevirisi, aslında bir metnin başka bir dilde yeniden yaratılmasıdır. Bu benim şahsi görüşüm değil; çeviri dünyasında yaygın olarak kabul görmüş bir yaklaşımdır. Bu yüzden yalnızca derinlemesine bildiğim kültürlerin çağdaş metinlerini çevirmeyi tercih ediyorum. Çünkü jenerasyon bilgisi, sokak kültürü, güncel tarih ve edebiyat birikimi gibi faktörler çeviri sürecimde bana rehberlik ediyor. Temelde bir oyuncu olduğumdan, her metni adeta sahnede canlandırarak çeviriyorum. En büyük önceliğim, metnin özünü okuyucusuna ve izleyicisine doğru bir şekilde aktarabilmesidir. Kimi zaman bir deyimin birebir çevirisi mümkün olmuyor, ancak anlamını yakalayarak metni yeniden şekillendirmeye ve ruhunu korumaya çalışıyorum. Bence en kritik nokta, metnin sizinle iletişim kurması ve bir oyuncuya ilham vermesidir.

– Sanatın çeşitli dallarında üretim yapan çok disiplinli bir sanatçı olarak, çalışma metotlarınızı ve kendinizi geliştirme sürecinizi nasıl anlatırsınız?

Bu noktada hem en büyük gücüm hem de zaman zaman beni zorlayan bir özelliğimden bahsetmek isterim. Belki başkalarına da faydası dokunur diye paylaşmak istiyorum. Bende geç teşhis edilen bir DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) durumu var. Günümüzde artık bu bir hastalık olarak görülmüyor. Hatta nöroplastisite ile ilişkili olarak bunu bir tür süper güç olarak gören araştırmalar mevcut. Elbette ben bunu her zaman bu şekilde yaşamadım. (Gülüyor) Çok enerjik ve uykuyu sevmeyen bir çocuk olduğum için “Bu çocuğu yorun” tavsiyesiyle başlayan çocukluk dönemim sporla geçti: Artistik jimnastik, bale, buz pateni… Tüm bunlar beni bir şekilde konservatuvarla buluşturdu. Müzik, dikkatimi toplamamda bana inanılmaz yardımcı oldu. Erken yaşta enstrümanlara ve şarkı söylemeye merak sardım. Annem, bu durumu bilmemesine rağmen sezgisel bir yaklaşımla beni bu konuda çok destekledi ve çok doğru bir yol izlemiş oldu. Sonuç olarak, az uyuyan ve daima üreten birine dönüştüm, fakat bu üretkenliğim yalnızca ilgi duyduğum alanlarda -müzik, oyunculuk, sahne sanatları, resim ve mimari gibi- yoğunlaştı. Belki de bu yüzden buna bir süper güç deniyor. Bu, benim kendimi kurtarma, ifade etme ve keşfetme yöntemim oldu. Elbette herkesin hikâyesi farklı, ama zamanla anladım ki: Bizi zorlayan şeyler, aynı zamanda bizi dönüştüren ve hayatımıza bereket katan unsurlar olabiliyor.

– Maddi beklentilerin ve çıkarların ön planda olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir düzende tamamen mantık çerçevesinde hareket etmek zorunlu gibi duruyor. Fakat sizin sezgilerinize ve duygularınıza güvenerek ilerlediğiniz biliniyor. Bu güvenin temelinde ne yatıyor?

Sanırım başka türlüsünü yapamıyor olmam… Elbette kanıtlara, matematiğe, planlamaya ve programlamaya değer veririm. Ancak günün sonunda, sevdiğim bir şeyin tam tersini matematiksel veriler söylese bile ondan vazgeçmem mümkün olmaz. Sevmediğim bir konuya ise odaklanamam, o işi yapamam. Bu nedenle benim için en temel ölçüt şudur: Bir işe karşı kalbimde bir heyecan hissetmiyorsam, o yoldan derhal ayrılırım.

– Sezgilerinizi beslemek, kendinizi yenilemek veya yalnızca iyi hissetmek amacıyla uyguladığınız özel bir ritüeliniz var mı?

Mümkün olduğunca meditasyon pratiği yapıyorum. Suyla temas etmeye özen gösteriyorum. Hayvanlar ve çocuklarla zaman geçiriyorum. Durmaya, nefes almaya çabalıyorum. Başka insanlar hakkında konuşmamaya özellikle dikkat ediyorum. Çünkü gözlemlerime göre, insanlar başkalarının yaşamlarına odaklandıklarında kendi enerjilerini tüketiyor ve bu süreçte kendi hayatlarını gözden kaçırabiliyorlar. Dolayısıyla en önemli pratiğim, kendi hayatıma, iç huzuruma, mutluluğuma ve dürüstlüğe odaklanmak.

SAYILARIN ANLAMI VE NUMEROLOJİ

– Bir söyleşinizde numerolojiye ilginizden bahsetmiştiniz. Mimarlık da sayıların anlamlarıyla ilişkilendirilen bir alan. Mimarlık eğitimi almış biri olarak bu merakınız nasıl başladı?

Aslında mimarlık fakültesi yıllarımda renkler ve tasarımla daha çok ilgiliydim. Fakat sayılar hayatım boyunca benim için hep bir anlam taşıdı. Resim, müzik ve beden eğitimi derslerini bir kenara koyarsak, en sevdiğim ders daima matematikti. (Gülüyor) Sonra hayatımın ilginç bir döneminde bir arkadaşım bana numeroloji diye bir kavramın varlığından bahsetti. Sayıların, renklerin ve frekansların bir anlam taşıdığına; bunun okunabilir, araştırılabilir ve belirli yönleriyle kanıtlanabilir olduğuna inandığını söyledi. Yıllar geçtikçe ben de bu konuda çok sayıda okuma yaptım. Elbette bir bilim insanı değiliz ve bunu yüzde 100 kanıtlamak olanaksız. Bu yüzden yüzde 100 ikna olmak da kolay değil. Ben bu alanın daha çok pozitif düşünceyi teşvik etme, olumlamalar yapma ve yaşamı kolaylaştırma gibi yönleriyle ilgileniyorum. Özellikle de renklerin dünyasında, kendi rengimle barışık ve huzurlu olma haliyle.

OĞLU İÇİN BİR DİNLEME LİSTESİ

– Spotify listenizde son zamanlarda en sık çalan müzisyenler ve parçalar neler?

Hemen kontrol ediyorum… Doğduğunda dinletmek üzere oğlum için bir liste oluşturuyorum:
Lindsay Munroe, Raffi – “I Am Kind”
Johnny Nash – “I Can See Clearly Now”
No Blues – “Black Cadillac” & “Farewell Shalabiye”
Khaled Mouzanar – “Un Air de Liberté”
Ve Sezen Aksu’nun tüm zamanlardaki bütün şarkıları, her zaman.

– Son dönemde okuyup sizi etkileyen ve okurlarımıza tavsiye edebileceğiniz bir kitap oldu mu?

Ustaca Sevmek – Don Miguel Ruiz ve 1984 – George Orwell (Yakın zamanda okumasam da henüz okumayanlar için şiddetle tavsiye ederim.)

KAPADOKYA’NIN BÜYÜLÜ ATMOSFERİ

– Çekimler ne kadar zaman aldı? Sizin açınızdan nasıl bir tecrübeydi?

Kapadokya’daki çekim sürecimiz toplamda iki hafta sürerken, ben bu sürenin bir haftasında sette aktif olarak yer aldım. Dijital projelerin doğası gereği senaryoya bağlı olarak parça parça çalışıyoruz. Daha sonra İstanbul’a dönerek çekimlere burada devam ettik. Yanlış hatırlamıyorsam, tüm çekimler yaklaşık iki ayda tamamlandı. Daha önce Kapadokya’da hiç çekim yapmamıştım; gerçekten büyülü bir atmosferi var. Oradan ayrılırken çok etkilendiğimi ve harika anılar biriktirdiğimi anımsıyorum.

DOĞUM SONRASI SAHNEYE DÖNÜŞ PLANLARI

– Bir oyuncu olarak tiyatro sahnesine geri dönmeyi planlıyor musunuz?

Elbette, bu konu her gün aklımda! (Gülüyor) Güldüğüme aldanmayın, bu konuda son derece ciddiyim. Eğitimimi bitirdikten sonra kendime bir söz vermiştim: Ne olursa olsun hiçbir sezonu tiyatrosuz geçirmeyecektim. Dizi ya da sinema olmayabilirdi ama tiyatro daima olmalıydı. Pandemiye kadar bu sözümü tuttum. İnsanın gerçekten büyük konuşmaması gerekiyormuş. (Gülüyor) Pandemi sonrasında dizi takvimiyle provaları çakışan çok cazip oyun teklifleri aldım ama maalesef kabul edemedim. Bazı projeler ise içime sinmedi. Şu anda elimde, bizzat sahneye koymak istediğim iki oyun var. Hatta hazır konusu açılmışken paylaşayım: Harika bir oyun çevirdim. Tam provalara başlayacakken hamile olduğumu öğrendik. Bu oyun, özellikle benim canlandıracağım kadın karakterin yoğun fiziksel performans gerektirdiği bir eser. Bu sebeple, ne kendimi ne de başkasını maddi ve manevi olarak böyle bir riske atmak istemedim. Projeyi iptal etmedik, yalnızca bir süreliğine erteledik. Şimdi hayatın bize sunduğu bu değerli armağana odaklanıp önce onu kucağıma alacağım. Sonrasında yeniden sahnelere döneceğim. Kim bilir, belki oğlum da beni alkışlayanlar arasında olur. (Gülüyor)

– Müzik, hayatınızda önemli bir role sahip. Yakın gelecekte yeni bir müzik projeniz olacak mı?

Evet, olacak! Nihayet, çok şükür. Altı aydır üzerinde titizlikle çalıştığım bir projem var. Çok yakında dinleyicilerle buluşturacağız. Bu projeye o kadar uzun süredir odaklandım ki, artık bir parçam haline geldi. Hatta sanki herkes tarafından biliniyormuş gibi bir hisse kapılıyorum, oysa henüz yayımlanmadı bile! Şöyle bir ipucu verebilirim: Bugüne kadar beni takdir eden, destekleyen ve değer veren her milletten takipçimin beğeneceği bir proje hazırladım ve üzerine gerçekten inanılmaz bir emek verdim. Bence çok güçlü ve küresel ölçekte bir iş geliyor.

YURT DIŞI DENEYİMLERİ VE AİDİYET DUYGUSU

– ABD ve İngiltere’deki eğitim ve yaşam deneyimleriniz sizde ne gibi etkiler bıraktı? Türkiye’ye döndüğünüzde adapte olmakta güçlük çektiğiniz konular oldu mu?

Ben gittiğim her yerde başlangıçta bir adaptasyon zorluğu yaşarım. (Gülüyor) Ancak bir hafta geçtikten sonra sanki yıllardır oradaymışım gibi alışırım. Şaka bir yana, lise döneminde burs programları sayesinde çok genç yaşta yurt dışına okumaya gittim. O yaşlardaki bir genç kızın yalnızlıkla ve kültür farklılıklarıyla mücadele etmesi her zaman kolay olmuyor. Bu süreçte kendime karşı dürüst kalmak ve kendimi korumak en önemli iki rehberim oldu. En güvenli yolun derslerime odaklanmak olduğuna karar verdim ve bu şekilde hareket ettim. Sonucunda da iyi derecelerle mezun oldum. Bu süreçte iki güçlü kültürü yakından tanıma fırsatı buldum. Ancak genç yaşta birkaç farklı ülkede yaşamanın şöyle bir etkisi de oldu: Kendimi hiçbir zaman tam anlamıyla bir yere ait hissedemedim. Bu ifade olumsuz gibi duyulsa da, ben bunu olumlu bir yöne evirdim ve kalbi iyilikle dolu olan her insanı -hangi milletten olursa olsun- sevecek şekilde kendimi yetiştirdim. Bence kendime verdiğim en büyük hediye bu. Her yere aitim ve her insanı sevmeye son derece açığım. Bu sebeple, sevgiden ve anlayıştan yoksunluğa, insanların birbirine karşı hoşgörüsüzlüğüne ve tembelliğe adapte olamıyorum; hatta bu benim için imkânsız.