Sana Göre Haber

Alevlerin Ötesindeki Gerçek: Türkiye’nin Yangın Krizinin Sistemsel Kökleri

Ciğerlerimiz, ormanlarımız, en değerli varlıklarımız alevler içinde. Hatay’dan Manisa’ya, Antalya’dan İzmir’e kadar yangınlar, bir harita üzerinde ilerleyen bir istila gibi yayıldı. Özellikle İzmir’in Menderes, Ödemiş, Çeşme ve Buca gibi dört bir yanı alevlere teslim olmuş durumda.

İzmir’de günlerdir kontrol altına alınamayan yangınlarda şiddetli rüzgârın payı büyük. Her afette olduğu gibi, bu yangınlarda da bir sorumlu aranıyor. Ancak asıl suçluyu uzaklarda değil, mevcut sistemin kendisinde aramak gerekiyor.

İzmir valisi tarafından yapılan bir açıklamada, yangınların büyük bir bölümünün elektrik tellerinden çıktığı belirtildi. Bölgenin elektrik dağıtımından sorumlu olan Gediz Elektrik ise bu iddiayı destekleyecek somut bir veri bulunmadığını duyurdu. Ne var ki, geçmişte açıkta bırakılan elektrik kabloları yüzünden yaşamını yitiren vatandaşlarımızı ve Gediz’in defalarca kamuoyuna yansıyan ihmallerini unutmuş değiliz. Yine de bu durum, karşılaştığımız diğer felaketler gibi, çok daha geniş bir tablonun bir parçasıdır.

Yangınlar sadece bir kıvılcımla ortaya çıkmıyor. Asıl yangın, kamu hizmetlerinin yıllardır özel şirketlere devredilmesiyle çok daha önce başlatıldı. Bu anlayışın temelinde şu denklem yatar: “Özelleştirme kârlılık demektir” ve “Kamu yararı ise zarar demektir.”

Elektrik dağıtımı gibi hayati öneme sahip hizmetler uzun süredir özelleştirme yoluyla özel sektöre devrediliyor. Bu ihalelerde şirketlere kâğıt üzerinde “bakım-onarım yapma” ve “altyapıyı yenileme” gibi yükümlülükler getirilse de bu sorumlulukların denetlenmediği bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü denetim mekanizmaları maliyetli, yaptırım uygulamak ise siyasi bir risk olarak görülüyor. Bizler de her yaz mevsiminde bunun bedelini yanan ormanlarımızla ve yitip giden canlarla ödüyoruz.

KÂR ODAKLI ŞİRKETLER
Dost, akraba ve yandaşların ceza alması yerine ağaçların yanmasını bekler hale geldik. Kâr amacı güden bir şirketin kamu hizmeti sunması ne derece mümkündür? Özellikle Türkiye gibi denetim ve cezalandırma mekanizmalarının yetersiz olduğu bir ülkede… Bu sorunun yanıtını arayanlardan biri olan siyaset bilimci David Harvey, “kamusal bir hizmetin piyasanın insafına bırakılmasının doğrudan halkın aleyhine işleyeceğini” ifade eder. Türkiye’deki elektrik dağıtım şirketleri, bu durumun en bariz örneğini teşkil etmektedir. Yatırım ve bakım gibi temel zorunlulukları birer “maliyet kalemi” olarak gören bu firmalar, yalnızca kâr hanelerini büyütme derdindedir. Hâlbuki o “maliyet” olarak görülen kalemler, bugün Ege kıyılarında küle dönen bir ormanın geleceğini tayin etmektedir. Yanan yalnızca orman değil; suyuyla, hayvanlarıyla ve oksijeniyle bütün bir ekosistem yok olmaktadır.

Dahası, bu şirketler kazançlarını artırırken aynı zamanda vergi muafiyetleri, çeşitli teşvikler ve siyasi koruma kalkanlarıyla destekleniyor. Kârlarına kâr katmaya devam ediyorlar. Halk ise tepkisini yüksek faturalar karşısında çaresizce yutkunarak ve yanmış ormanların ardından bakarak gösteriyor.

Bu konuyu merak edip orman yangınları öncesinde ve sonrasında ne gibi önlemler alındığını araştırdım. Şüphesiz ki orman yangınları yalnızca Türkiye’ye özgü bir felaket değil. Fakat günümüzde bilim ve teknolojinin sunduğu imkânlar sayesinde bu tür yangınlar karşısında çaresiz kalmamalıyız.

2022 yılında Nature Communications dergisinde yayımlanan bir makale, orman yangınlarıyla mücadelenin en verimli yönteminin önleyici tedbirler olduğunu ortaya koyuyor. Bu çalışmaya göre, yangın başladıktan sonra kullanılan müdahale araçları (uçak, helikopter) ne kadar güçlü olursa olsun; orman yollarının açılması, kuru bitki örtüsünün temizlenmesi ve halkın bu konuda bilinçlendirilmesi gibi hazırlıklar, yangının yayılma hızını ve şiddetini en az %60 oranında düşürüyor.

Peki, Türkiye’deki mevcut tablo nedir? Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verileri durumu gözler önüne seriyor:
– Bu satırların yazıldığı 2025 yılına kadar ülkemizde 2.908 adet orman yangını meydana geldi.
– Bu yangınların %80’i insan kaynaklı olarak tespit edildi:
– 1576’sı ihmal ve dikkatsizlik
– 683’ü anız yakma
– 253’ü kontrolsüz ateş yakma
– 199’u sigara izmariti
– 176’sı bağ-bahçe temizliği
– 166’sı elektrik hatları kaynaklı
– 123’ü çöplük yangını
– 101’i piknik ateşi

Bu veriler, insanın doğaya karşı değil, aslında kendisine karşı bir savaş yürüttüğünü gösteriyor. Bu savaşın mühimmatı ihmalkârlık, silahı ise şirket mantığıyla işleyen bir kamu yönetimidir.

Eksik Olan Uçak Mı, İrade Mi? Yangınla mücadelede hava gücü konusu da süregelen bir tartışma. 2025 yılı itibarıyla Türkiye’nin envanteri şu şekilde:
– 27 adet uçak
– 105 adet helikopter
– Toplamda 438 tonluk bir hava müdahale kapasitesi.
Bu hava araçlarının 14’ü Orman Genel Müdürlüğü mülkiyetinde, geri kalanı ise kiralama yoluyla temin ediliyor.

Peki, sıkça gündeme gelen Türk Hava Kurumu (THK) uçakları neden operasyonlarda yer almıyor? Bakanlık verilerine göre:
– THK envanterinde 8 uçak bulunuyor.
– Bu uçakların 4’ü hurdaya ayrılmış, diğer 4’ü ise modernizasyon gerektiriyor.
– THK, 2024 Aralık ayında açılan kiralama ihalesine 3 uçak için teklif vermiş, ancak teklifi yaklaşık maliyetin %134 üzerinde olduğu için reddedilmiştir.
– 2025 Ocak ayındaki ihalede ise maliyetin %163 üzerinde bir teklif sunulduğu için yine kabul görmemiştir.
Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmazdır: Yanan binlerce hektar orman mı daha maliyetli, yoksa bu ihale bedelleri mi? Bu, bütçe uzmanlarının değil, vicdan sahibi her bireyin yapması gereken bir hesaptır.

İktidarlar, benimsedikleri zihniyet ve uyguladıkları politikalarla zaten ormanları yakıyor. Fransız düşünür Michel Serres’in de dediği gibi, “İnsan, kendisini doğadan ayrı bir varlık olarak gördüğü anda, ona zarar verme hakkını da kendinde bulmaya başlar.” Başka bir deyişle, ormanları bedenimizin bir uzvu gibi görmediğimiz müddetçe, ağaçları yalnızca alevler içindeyken hatırlarız. Doğayı “bizden ayrı” bir varlık olarak konumlandıran bu bakış açısı, ona verdiğimiz zararı da meşrulaştırıyor. Yaşananları basitçe “mevsim normalleri” olarak nitelendirip geçiştiremeyiz.

Aslında yapılması gerekenler oldukça net. Bugün gündemimiz yangınlar, yarın ise sel ve depremleri konuşuyor olacağız. Milletimizin bu meselelere artık farklı bir perspektiften yaklaşması gerekiyor:
– Hayati kamu hizmetleri derhal yeniden kamulaştırılmalıdır.
– Gerçekleştirilen özelleştirme sözleşmeleri ve uygulamaları, kamu yararı gözetilerek çok sıkı bir denetime tabi tutulmalıdır.
– Yangın önleme faaliyetleri, mevsimlik bir tepki olmaktan çıkarılıp yıl boyunca devam eden sürekli politikalara dönüştürülmelidir.
– Gerekirse NASA benzeri bir kurum oluşturularak, uydu verileriyle yangın riski taşıyan bölgeler proaktif olarak izlenmelidir.
– Halk, orman yangınları konusunda pasif bir izleyici olmaktan çıkarılıp bilinçli bir aktöre dönüştürülmelidir. Gerekirse maaşlı orman koruma birlikleri kurularak ormanların düzenli denetimi ve temizliği sağlanabilir.

İHA’LAR VE SENSÖRLER
Komşumuz Yunanistan’ın yangınlara karşı aldığı önlemlere bir göz atalım: İnsansız hava araçları (İHA/Drone) ve karaya yerleştirilmiş sensör ağları kullanarak riskli bölgeleri aralıksız gözetliyorlar. Ormanlık alanlar ile yerleşim yerleri arasına, yangının yayılmasını önlemek amacıyla ağaç ve çalıların temizlendiği geniş yangın şeritleri oluşturuyorlar. Kuru otlar ve diğer yanıcı materyaller periyodik olarak temizleniyor. Yangına sebebiyet verenlere karşı caydırıcılığı yüksek yasal düzenlemeler ve ağır para cezaları uyguluyorlar. Meteorolojik verileri anlık olarak analiz ederek yüksek sıcaklık, düşük nem ve şiddetli rüzgâr gibi risk faktörlerini önceden tespit ediyorlar. En basitinden, ormanlık alanlara yaygın bir yangın hidrantı ağı kuruyorlar. Kısacası, eleştirdiğimiz Yunanistan, yaşadığı büyük felaketlerin ardından ders çıkarıp harekete geçti. Bu gidişle bizi geride bırakmaları an meselesi. Yangınlar yine çıkacaktır; asıl mesele, bizim bu duruma ne kadar hazırlıklı olduğumuz ve nasıl bir müdahale kapasitesine sahip olduğumuzdur.

Exit mobile version