Kalemin Vicdani Sorumluluğu: Edebiyatın Çağa Tanıklığı

Edebiyat, doğa ve yaşamın özünden beslenerek zamana meydan okur ve geçmişi geleceğe bağlayan bir köprü kurar. Yazar, hayat deneyiminin rafine edilmiş ve estetik bir süzgeçten geçirilmiş halini, tek bir gerçekten hareketle evrensel hakikati işaret ederek zamanın ötesine taşır. Bu aktarımın temelinde daha iyi bir yaşam umudu ve arayışı bulunur. Sürekli bir arayış içinde olan edebiyat, bir yandan insanlığın geçmişindeki sır perdelerini kaldırırken, diğer yandan geleceğin aydınlık yollarını açar. Eleştiri dünyamızın duayeni Fethi Naci’nin de ifade ettiği gibi, “Edebiyatın işlevi sadece estetikle sınırlı değildir, aynı zamanda toplumsal bir ahlak boyutu da vardır.” Naci’nin eserlere yaklaşımındaki temel ilke, “içinde yaşadığı çağı dürüstçe yansıtma endişesi” olmuştur.

**GÜNÜMÜZ DÜNYASININ PORTRESİ**

İnsanlık tarihinin dününe ve bugününe dair en derin bilgileri bize sunan edebiyatın bu anlamda asil bir misyonu bulunur. Peki, bu misyonla donanmış edebiyat, günümüz dünyasında hangi manzarayla karşılaşıyor ve bu tabloyu gelecek nesillere nasıl aktaracak?

Karşımıza çıkan manzara maalesef hem ürkütücü hem de iç yaralayıcıdır. 20. yüzyılın ilk yarısı, iki büyük dünya savaşına tanıklık etti. Bu savaşların getirdiği tahribat, ölüm kampları ve atom bombalarının yarattığı dehşet sanki yeterli gelmemiş gibi, dünya yakın geçmişte de sürekli acılara ve katliamlara sahne oldu. Savaşlar, 20. yüzyılın ikinci yarısından 21. yüzyıla miras kalarak devam etti ve gezegenimizin adeta bir bomba tarlasına çevrildiğine tanıklık ettik ve etmeye devam ediyoruz.

Yaşadığımız dünya, toprağından gökyüzüne, denizlerinden sokaklarına kadar her zerresiyle kirlenmiş, devasa bir çöplüğe dönmüş durumda. Bu kirlilik yalnızca fiziki değil; insanın duyguları, düşünceleri, hayalleri ve inançları da bu çürümenin bir parçası haline geliyor.

Her şeyin metalaştığı, alınıp satıldığı ve değerinin yalnızca parayla belirlendiği bir tüketim çağındayız. Bu düzende piyasa ve para en kutsal değerler olarak yüceltilirken; kültür, sanat, aşk ve sevgi gibi temel insani değerler de hızla tüketiliyor.

Fanatizm, barbarlık, kan, şiddet, zorbalık ve katliamların hüküm sürdüğü, tüm değerlerin tüketildiği bir yaşama tanıklık etmek, edebiyatçıların da kalbini sızlatmakta, zihnini altüst etmektedir.

**GÜNÜMÜZÜN GERÇEKLERİNİ KALEME ALMAK**

Yazar, bu noktada şu soruyu sorar: Varlığını kan üzerine inşa etmiş bir uygarlık, bu riyakârlıkla dünyayı daha güzel bir yer yapabilir mi? Hayatın pek de iç açıcı manzaralar sunmadığı günümüz dünyasında, tüketim çılgınlığı ve savaş olgusu, yazarın karşısındaki engellerin büyüklüğünü ortaya koyar ve bu soruya verilecek yanıt ne yazık ki “Hayır” olur.

Yüzleşmek zorunda kaldığımız bu korkunç tablo, insanlığın geçmişten devraldığı karanlık bir mirastır. Bu miras, meşhur Kızılderili deyişinde belirtildiği gibi, aslında çocuklarımızdan emanet aldığımız geleceği de tehlikeye atmaktadır.

İnsanlığın kendi varoluşunun temellerini dinamitlediğine şahit olmanın bir yazara verdiği keder tarif edilemez; zira insanlık bu sonu hak etmemiştir. İlyada’da destansı bir anlatıma kavuşan savaştan asırlar sonra bile dinmeyen ve sürekli kanayan bu yara, büyük bir utanç kaynağıdır.

Edebiyatçı, bu utanç duygusuyla yaşamayı reddeder. Onun amacı, savaşı insanlığın kaçınılmaz bir kaderi olmaktan kurtarmaktır. Çağın yazara yüklediği misyon tam olarak budur: En kıymetli silahı olan kalemiyle, savaşların yeryüzünden silinmesi için mücadele etmek, hayatın ona dayattığı en temel sorumluluktur.

Dolayısıyla yazar; geçmişin karanlık sayfalarıyla yüzleşmek, günümüzün hatalarını korkusuzca ifşa etmek ve tüm çirkinliklerden arındırılmış bir geleceğin habercisi olmak suretiyle, çağının omuzlarına yüklediği bu sorumluluğu yerine getirmelidir.

***

Bir yazar kimliğimle, romanlarımın yanı sıra bu meşakkatli görevin bir parçası olarak gördüğüm Nazi Kampları, Sivas’ı Unutmak, Umut İnsanda, 68 Kuşağı, Savaş ve Edebiyat gibi eserlerim ile biyografi çalışmalarım, tam da bu bahsettiğim edebi sorumluluk anlayışımın birer yansımasıdır.