Alevler her yanı sarıyor. Üstelik birer ikişer değil, yavaş yavaş değil, binlerce ağaçla birlikte. Nefesi kesilen, içten içe tüten sayısız ağaç türü yok oluyor. Ormanlarda barınan binlerce canlı yaşamını yitiriyor. Dünyanın bize armağan ettiği bu doğayı küçücük bir çıkar uğruna yok edenlere karşı sessiz mi kalacağız? Orada yaşayanları yuvalarından koparan, varlıklarını bir anda hiç eden bu yapılanmaya karşı gözyaşı dökmekten artık yorulduk. Altyapıyı bir türlü tesis edemeyen bir elektrik dağıtım firmasının bu yangınlarda sorumluluğu olduğu ileri sürülüyor. Bu iddiayı araştıracak, peşine düşecek tek bir yetkili yok mu?***Her Temmuz ayının gelişiyle farklı bir ruh haline bürünürüm. 29 Haziran’ın annemin doğum günü olması, son kez ailece bir araya gelişimiz aklıma gelir. Ardından babamın Sivas yolculuğu… Yaklaşık bir hafta devam eden bu sancılı süreçten sıyrılmak için her seferinde kendimi zorlarım. Çaldığım kapılar yüzüme kapanır, kalbimdeki kırıklık derinleşir, çaresizlik hissi galip gelir. Ne var ki, otuz iki senedir ilk defa böylesi bir umutsuzluk duvarına tosluyorum. Tanıdıklarımızın haksız yere içeride tutulduğu, adalet çarkının dönmediği, her güne “bugün farklı olsun” umuduyla başlasak da iyi haberler getirmeyen bir dünyada, içimizdeki kasvetin büyüdüğü, yalanın ve riyakarlığın etrafımızı sardığı, sevdaların hiçe sayıldığı bir yaşamda hissemize düşen yalnızca nefes alıp vermek olmamalı!***Bu yılki ruhsal sıkıntıma anlık da olsa bir çözüm bulmamı sağlayan gelişme, 2 Temmuz’da Hopa’da düzenlenen 2 Temmuz anmasıydı. Kardeşim Zeynep Altıok ile birlikte iştirak ettiğimiz paneli, acımızı samimiyetle paylaşan ve sarmalamaya gayret eden dostlarımızla tamamladık. Bu vesileyle Hopa Belediye Başkanı sayın Utku Cihan’a minnettarlığımı ifade etmek isterim.***Konuşmam sırasında Hopa’da denizin sonsuzluğuna daldım. Biz Ankaralılar, bozkıra bakmayı sevmeyi öğrenerek büyürüz. Tıpkı Sivas katliamının son duruşmasının yapıldığı o eylül gününde, Ankara’da bozkıra yine sevgiyle bakmaya çalıştığım gibi. Sonbahar, başkente eşsiz bir güzellik katar; at kestaneleri sokaklarda hakimiyetini kurar. Ihlamur ağaçlarının kokusu her köşeye siner. Serçeler aniden bir deniz dalgası gibi havalanır. Bozkır, adeta kendi festivalini düzenler. Ancak eylül, aynı zamanda 12 Eylül’ün geride bıraktığı acıların ve gözyaşlarının da adıdır. Geçmiş günlerin hüzünlü bir türküsüdür. Babam Behçet Aysan’ın 1986’da Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü kazanan kitabına “Eylül” adını vermesi bu yüzdendir. Eylül, aynı zamanda katledilmiş şairlerin ve ozanların feryat ettiği bir aydır. Zira o, bir siyasi kıyımın sorumlularının adalet önünde zamanaşımı zırhına büründürüldüğü o kahredici gündür. Bir mahkeme salonunda, çaresizlikten dolayı utanç duyan birini hiç gördünüz mü? Ben tanık oldum. O gün, evladını yitirmiş bir annenin döktüğü yaşlarda boğuldum. Karar duyurulduğunda nefesim kesildi. Her zamanki gibi o arbededen, o büyük laflardan uzağa kaçtım. Saatlerce amaçsız bir şekilde yürüdüm. Peki, kendi utancımla ne yapacaktım? Onu nereye saklayacaktım? Bilemedim. O utanç, üzerime giydirilmiş bir zırh misali bende kaldı.***Ülkemizde ne yazık ki pek çok siyasi cinayet davası zamanaşımıyla sonuçlandı. Sendikal mücadelenin simge isimlerinden DİSK Başkanı Kemal Türkler davasından, akademisyen ve yazar Ahmet Taner Kışlalı davasına kadar neredeyse tüm adalet mücadeleleri raflarda tozlanmaya terk edildi. Yakın bir zamanda Hrant Dink davasının da benzer bir akıbete sürüklendiğini bilmek kadar ağır bir yük yok. Zira tüm bunlar gözlerinizin önünde olup biterken, adeta bir “bilirkişi” haline geliyorsunuz. Antik Yunan mitolojisindeki Kassandra gibi. O, kör bir kâhin olarak anılır; gerçekleri apaçık görür, felakete sürüklenecekleri uyarır fakat kimseyi inandıramaz. Onun trajedisi, çevresindekileri ikna edememesinin ıstırabında gizlidir. İşte siz de bir bilirkişi olarak olan biteni anlıyor, ancak göğsünüze çöken o ağırlıkla yaşamayı sürdürüyorsunuz.***Daha ayrıntılı izah etmeye çalışayım: Babanız, okurlarıyla buluşmak ve bir imza etkinliğine katılmak için farklı bir şehre gidiyor. Bir amacı daha var: Pir Sultan üzerine çalışıyor ve yeni kitabı için Banaz’a gitmeyi arzuluyor. Katılacağı etkinlik, bu arzusunu yerine getirmesi için bulunmaz bir fırsat. Zira programın ilk iki gününün ardından Banaz’a geçilecek. Dahası da var: Bu buluşma, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkısıyla düzenleniyor! Ve edebiyatçı dostlarıyla iştirak ettiği bu kültür sanat günlerinin tam ortasında, “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” naraları arasında ateşe veriliyor. Ve bu dava da tam 30 sene sonra, diğer siyasi cinayetlerde olduğu gibi zamanaşımına uğratılıyor.***Şu gerçeği özellikle vurgulamak gerekir: Cezasızlık kültürü, ülke içinde yeni cinayetlerin işlenmesine ve farklı katliamların yaşanmasına zemin hazırlar. Ayrıca, toplumda derin bir güvensizlik ortamı yaratır. Aydınların katledildiği ancak yalnızca tetikçilerin ceza aldığı bu karmaşık düzen, bu güzelim memleketi karanlığa sürükler. Dün ilk celsesi görülen Sinan Ateş cinayeti davasında Ayşe Ateş’in ifadelerini de buraya eklemek isterim ki, acı çekenlerin vicdan paydasında nasıl buluştuğu anlaşılsın: “Toplumsal huzurun anahtarını, en tabii hakkımızı, bütün insani haklarımızın güvencesini istiyoruz. Adalet istiyoruz, adalet! Hiç kimse bu kadar delil varken cinayeti yalnızca kör bir kayıkçının gördüğüne ikna olmamızı; Kendini suç işleme özgürlüğüne sahip seçkin kitle zanneden bir kalabalığın ‘Artık yasadışı diye bir şey yok, çünkü bize yasa yok’ dayatmasını kabullenmemizi beklemesin.”***Halbuki bizim karanlığa değil, aydınlık yarınlara gereksinimimiz var. Babaları katledilmiş çocuklara, eşleri öldürülmüş kadınlara değil, ülkenin geleceğini kuracak bireylere ihtiyacımız var. Zulmün değil, demokrasinin hüküm sürdüğü güzel günlerin özlemini çekiyoruz. Adaletin tecelli ettiği mahkeme salonlarına muhtacız. Siyasi tutuklulukların ölüm fermanına dönüşmediği bir yaşama hasretiz. Yangınların yakıp yıktığı değil, ceylanların koşturduğu ormanlar istiyoruz. Rantın tek değer olmadığı, önüne çıkan her şeyi yok etmek yerine, örneğin şehir plancılarını sistemin dışına itmeyen, onları yaşam alanlarımızın merkezine koyan bir düzene ihtiyacımız var. Bir lokma ekmek için mücadele eden bir annenin gözyaşlarına değil, onun bir avuç vişne tanesi gibi gülümsemesine gereksinim duyuyoruz. Sömürünün ve sınıfların olmadığı bir hayatın, kendi yatağında akan bir nehir gibi özgürce çağıldamasını istiyoruz. Bir gün bunu başarabilir miyiz, ne dersiniz?