Sisyphos’un kaderi, bir kayayı her gün bir tepenin zirvesine itmek ve onun yeniden aşağı yuvarlanışını izlemektir. Bu, tanrıların ona reva gördüğü sonu gelmez bir cezadır. Bu efsane, amacını yitirmiş bir çalışmanın, yaratıcılıktan yoksun bir gayretin ve başka bir deyişle anlamsız döngüler içindeki esaretin güçlü bir alegorisi olarak karşımıza çıkar. Nitekim bu hikaye, günümüz yazarlarını, sanatçılarını, düşünürlerini ve politikacılarını derinden etkilemeyi başarmıştır.
Bu makalenin gayesi, filozof Heidegger’in teknoloji felsefesini temel alarak, görselleştirilmiş yapay zekanın insanı nasıl bir “çerçeve” içine aldığını incelemektir. Ayrıca, bu durumun insan kaynakları sahasında yarattığı felsefi ve etik problemlere dikkat çekerek yeni bir bakış açısı sunmayı hedeflemektedir.
SİSYPHOS’UN MODERN ÇİLESİ
Günümüz dünyasında da bireyler, kendilerini sürekli tekrar eden iş süreçlerinin esiri olarak bulur; her gün özgün bir fikir geliştirmek yerine, daha önceden belirlenmiş kalıpları doldurmaya ve mevcut işleyişin normlarına boyun eğmeye zorlanırlar. İnsan kaynakları platformlarında, adaylar defalarca aynı değerlendirme süreçlerinden ve algoritmik süzgeçlerden geçirilirken, onların kişisel özgünlükleri genellikle göz ardı edilir. Bu durum, yaratıcılığın hiçe sayıldığı, sonu gelmeyen bir Sisyphos eziyetine evrilmektedir.
Heidegger, “Gestell” (çerçeveleme) terimiyle teknolojinin sadece bir alet olmadığını, aynı zamanda varlığın kendini gösterme biçimi olduğunu öne sürer. Bu kavramsallaştırma dahilinde modern teknolojik düzende insan, bir özne olma konumunu yitirerek, işlevsel bir nesne, yani bir “insan kaynağı” seviyesine indirgenir. Esasen Gestell, hem doğayı hem de insanı yalnızca “kullanıma hazır kaynaklar” olarak gören zihinsel ve pratik bir çerçevedir. Bu bakış açısıyla insan, teknolojik mantık içerisinde işlenecek bir kaynağa dönüşür. Varlığı, potansiyeli veya varoluşsal derinliği ile değil, sadece ölçülebilir ve işlevsel bir “var olan” olarak değerlendirilir.
YAPAY ZEKANIN HIZLANDIRDIĞI DÖNÜŞÜM
Heidegger’in bu kehaneti, günümüzün yapay zekâ ve veri ekonomisi çağında çok daha net bir şekilde karşılığını bulmaktadır. Yapay zekâ sistemleri, insanların davranışlarını, duygusal tepkilerini ve seçimlerini ölçülebilir verilere dönüştürerek kodlamaktadır. Bu süreç, insanı yalnızca sayısallaştırılmış bir varlık haline getirmekle kalmaz, aynı zamanda onu bir veri noktası (data point) ve “optimize edilmesi gereken kaynak” olarak konumlandırır. Neticede, “insan kaynakları” artık yalnızca işe alım süreçlerini yürüten birimler olmaktan çıkıp; üretkenliğin, ruhsal verimin ve davranışsal eğilimlerin yönetildiği birer merkez haline gelmektedir. Çalışanların ve emekçilerin performansını denetleyen algoritmalar, insanı bir makine gibi ele almakta ve düşük verim, bireyin sistem dışına çıkarılması için meşru bir gerekçe olmaktadır. Heidegger’in düşünce süzgecinden bakıldığında, yapay zekanın insan kaynakları üzerindeki tesirleri şunlardır;
Varlığın unutuluşu: İnsan, bir varlık olarak değil, sadece işlevsel bir kapasite olarak algılanmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, insanın varlığı bir “var olan” gibi ölçülmekte; onun oluşu, potansiyeli ve varoluşsal derinliği yerine sadece işlevi önemsenmektedir.
Öznelliğin aşınması: Karar verme, irade gösterme ve etik sorumluluk gibi insana özgü nitelikler, algoritmaların yönetimine bırakılmaktadır. Teknoloji, insanın kendisiyle kurduğu bağı dönüştürmekte, başka bir ifadeyle, insanın “Ben kimim?” sorusuna verdiği yanıtı değiştirmektedir.
Kurtulma ihtimalinin varlığı: Heidegger, teknolojiyi “kaderî bir açığa çıkış” olarak nitelese de sanat, düşünme ve “hakikatin” hâlâ bir çıkış yolu sunduğunu ima eder. Bu durum, “işlevsellik gizler, işlev kaybı açığa çıkarır” şeklinde de ifade edilebilir; bir alet çalışırken gizemini korur, bozulunca ise asıl doğası belirginleşir. Tam bu noktada insanın sorunları, psikolojisi ve fiziksel sınırları görünürlük kazanır.
NE YAPMALI?
Teknolojik “çerçeveleme” konsepti, bilimsel çevrelerde sıkça eleştirilse bile yapay zekanın insanı nasıl yeniden şekillendirdiğini anlamak için sağlam bir felsefi dayanak sunmaktadır. “İnsan” artık bir kaynak statüsündedir. Şayet insanoğlu, salt bir veriden, bir üreticiden ya da bir performans aracından ibaret değilse, onu yeniden etik, felsefi ve insani bir boyutta tanımlama ve kurgulama ihtiyacı ortadadır. Özellikle de “kişilik haklarını” teknolojiye uyumlu hale getiren hukuksal güvencelerin temin edilmesi gerekmektedir. Bu gidişatı felsefe, etik, yaratıcılık, hukuk ve özellikle de sanat ile birlikte yeniden programlayarak dönüştürmek mümkündür. Dileyelim ki iktidarlar ve onların alternatifleri, insanı işlevsel bir nesne olarak görmek yerine onu değerli bir varlık olarak ele alsınlar!..
ABDULLAH DÖRTLEMEZ
TARİHÇİ, HUKUKÇU, ONURSAL DANIŞTAY ÜYESİ