Sana Göre Haber

Tom Barrack’ın ‘Osmanlı Millet Sistemi’ Teklifinin Arkasındaki Strateji

ABD Büyükelçisi Tom Barrack tarafından bölgemiz adına ortaya atılan Osmanlı millet sistemi teklifi, pek çok farklı açıdan değerlendirilmektedir. Bu önerinin zamanlaması, Suriye’de HTŞ ile SDG arasında bir uzlaşma sağlandığı, İsrail ile normalleşme adımlarının atıldığı ve PKK’nin silahsızlandırılmasına yönelik görüşmelerin yapıldığı bir döneme denk gelmesiyle özellikle manidardır. Ancak Barrack’ın bu teklifinin yüzeyde görünenden çok daha derin bir hedefi olduğu anlaşılmaktadır.

Dinsel örgütlenme modeli
Her şeyden önce, Osmanlı millet sisteminde geçen ‘millet’ kavramının, günümüzdeki ‘ulus’ tanımıyla aynı olmadığını vurgulamak gerekir. ‘Millet’ kelimesi, köken olarak Aramcadan gelip İbranice üzerinden Arapçaya geçmiş bir sözcüktür. Kelime, Tanrı’nın sözü ve bu söz etrafında bir araya gelen topluluğu, yani cemaati tanımlar. Dolayısıyla ‘millet’ esasen dinsel bir topluluğa işaret etmektedir. (Nitekim Necmettin Erbakan’ın “milli görüş” ifadesindeki ‘milli’ kelimesi de bu arkaik anlamıyla kullanılmıştır.)

Bu bağlamda “millet sistemi”, Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaki halkların din veya mezhep temelinde teşkilatlanarak idare edilmesi anlamına geliyordu. Bu sistemin başlangıcı, II. Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra Ortodoks Patriği’ni “millet başı” olarak tanıması ve böylece Ortodokslara kendi iç meseleleri ile dini konularda geniş bir otonomi vermesiyle olmuştur.

DÖRT MİLLETLİ SİSTEM
Osmanlı’daki bu yapı dört ana milletten oluşmaktaydı: Müslüman milleti (milleti erbia), Rum milleti, Ermeni milleti (milleti sadaka) ve Yahudi milleti. Bu düzende Türkler, Kürtler ve diğer Müslüman topluluklar tek bir dini cemaat olarak, yani Müslüman milleti çatısı altında birleşmişti. Sistemde milletler arasında yatay bir eşitlikten söz etmek mümkün değildi; her birey kendi cemaatinin içindeki farklı bir hiyerarşiye tabiydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ile toplum arasındaki ilişki şu şekilde özetlenebilir: Devlet tarafından genel idare, güvenlik, mali ve askeri konular yürütülürken; eğitim, sosyal güvence, dini meseleler ve vakıf faaliyetleri gibi hizmetlerin sorumluluğu millet teşkilatlarına bırakılmıştı. Kişisel alanı ilgilendiren miras ve aile hukuku gibi konularda dahi her cemaatin kendi hukuk sistemi geçerliydi.

MİLLET SİSTEMİNİN ÇÖZÜLMESİ
Feodal düzenin ve imparatorlukların bir ürünü olan millet sistemi, 1789 Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve kapitalizmin yükselişiyle başlayan ulus-devletler çağında çözülmeye mahkumdu. Bu küresel dönüşümden Osmanlı millet sistemi de doğal olarak etkilendi ve 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte sistemdeki çözülme süreci başladı. Sistemdeki bu erime, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile devam etti; bu fermanlar Müslüman ve gayrimüslim tebaa arasındaki hukuki ayrımları azaltmayı hedefliyordu. Nihayetinde varlığını sürdürmesi imkansız hale gelen sistem, 1876 Anayasası’nın “Devleti Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine, hangi din ve mezhepten olursa olsun, bilâ istisna Osmanlı tabir olunur” maddesiyle resmen ortadan kalkmış oldu.

ABD BARIŞI DEĞİL, SAVAŞI PLANLIYOR
ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi olarak anılan Tom Barrack’ın bölge için “Osmanlı millet sistemi” teklifinde bulunmasının altında yatan temel gaye, Washington’un bölgede bir Türk-Kürt-Arap koalisyonu kurma amacıdır. Peki bu ittifak kime karşı kurulacaktır? Cevap nettir: İran’a karşı. Dolayısıyla, ABD’nin Suriye’de Arap-Kürt (yani HTŞ ile SDG/PYD) ve Türkiye’de Türk-Kürt (yani devlet ile PKK) arasında bir uzlaşıyı teşvik etmesinin ardındaki gerçek neden budur. Ve emperyalist bir güç olan ABD’nin bu hamleyle aslında barışı değil, yeni bir savaşı planladığı açıktır.

Ancak asıl endişe verici olan, iktidar yetkililerinin bu süreçte “Türk, Kürt, Arap Müslüman ümmeti” söylemini sıkça kullanmasının, ABD’nin bu stratejilerini hayata geçirmesini kolaylaştırmasıdır. Barrack’ın Lozan Antlaşması’nı Sykes-Picot ve Sevr ile bir tutarak “haritaların hatalı çizildiği” ve bu nedenle “yeniden düzenlenmesi gerektiği” yönündeki imaları ile Ankara yönetiminin bu sözler karşısındaki üzücü sessizliği, tam da bu “ümmet” söylemi çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Exit mobile version