Faşizmin kontrolsüz bir şekilde tırmanışa geçtiği günümüzde, çözümün yerel siyasette yattığı giderek daha belirgin hale geliyor. Demokrasilerin zayıflaması üzerine yaptığı derinlemesine analizlerle bilinen meşhur tarihçi ve gazeteci Anne Applebaum, son podcast yayınlarından birinde bu duruma dikkat çekerek, “Pek çok farklı coğrafyada tanık olduğumuz gibi, faşizan baskıya karşı kullanılabilecek yegâne araç yerel siyasettir,” ifadesini kullanmıştı.
Küresel ölçekte ivme kazanan faşizme karşı yerel düzeyde verilen mücadelenin en yeni örneğini Zohran Mamdani’nin şahsında gözlemlemek mümkün. Mamdani, yaklaşan New York Belediye Başkanlığı seçimlerinin ilk adımı niteliğindeki Demokrat Parti önseçimini kazanarak tüm dikkatleri üzerine çekti. 24 Haziran’daki bu zafere kadar kamuoyunda hiç tanınmayan Mamdani, elde ettiği başarıyla bir anda bir fenomene dönüştü.
Mamdani’nin ailesi aslında oldukça bilinen isimlerden oluşuyor; annesi Avrupa’da ödüller kazanmış meşhur bir film yönetmeni, babası ise kolonyalizm üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan itibarlı bir entelektüel ve siyaset bilimci. Buna rağmen ‘oğul Zohran’ siyaset sahnesine çıkana dek tanınmıyordu. Ancak önseçim zaferiyle birlikte, sıfır bilinirlikten bir anda Amerika’nın en çok konuşulan ve tartışma yaratan figürlerinden birine evrildi.
Bu beklenmedik yükseliş, başta Trump olmak üzere Cumhuriyetçileri ve hatta liberal sol çizgide olması beklenen Demokrat Parti’nin ileri gelenlerini dahi şoka uğrattı. Özellikle Trump, Hint-Uganda kökenli, Müslüman ve sol eğilimli bu Demokrat aday karşısında neredeyse anında tehditler savurmaya başladı.
ABD Başkanı, “çatlak komünist” olarak nitelendirdiği genç adaya New York’u asla teslim etmeyeceğini ilan etti. Tehditlerini daha da ileri götürerek, Zohran’ın başkanlığı kazanması halinde ilk iş olarak New York’a sağlanan federal fonları keseceğini açıkladı. Bununla da yetinmeyen Trump, belediye başkanını tutuklatmaktan çekinmeyeceğini ve 8 yıl önce vatandaşlık hakkı kazanmış olan adayı vatandaşlıktan çıkararak geldiği ülkeye geri göndereceğini ifade etti.
İşte faşizmin pervasızlaşması tam olarak bu noktada kendini gösteriyor: ‘Tutuklama’, ‘vatandaşlıktan atma’ ve ‘sınır dışı etme’ gibi kavramlar, siyasi söylemde ne kadar da kolayca kullanılır oldu. Daha on yıl öncesine kadar, kazanılmış bir hak olan vatandaşlığın geri alınmasının bir ‘silah’ gibi kullanılması ve siyasi bir tehdit unsuru yapılması, ‘hukuk devletinin açıkça ihlali’ sayılarak büyük bir skandal olarak görülürdü. Ancak dünya o denli karanlık bir noktaya sürüklendi ki, günümüzde bu tür söylemlere neredeyse kimse şaşırmıyor. ‘Güç siyaseti’ normalleşirken ve temel ilkeler unutulurken, demokrasi ve hukuk devleti normlarını savunan sesler giderek cılızlaşıyor.
İşte tam bu sebeple Anne Applebaum, tüm baskılara ve engellemelere karşın tek çıkış yolunun, halkın gündelik sorunlarına pratik çözümler üreten yerel siyasette yattığını vurguluyor. Zohran Mamdani’nin kampanyası da tam olarak bu felsefeyi hayata geçirdi. Elinde bir mikrofonla New York caddelerinde dolaşarak, bir ‘Sokak Kedisi’ gibi insanlara doğrudan şu soruları yöneltti: “Geçen seçimde oyunuzu kime verdiniz? Sebebi neydi? Mevcut dertlerinize nasıl bir çözüm arıyorsunuz?”
Mamdani yalnızca soru sormakla yetinmedi; aldığı bu yanıtlardan somut bir siyasi program inşa etti. Bu programda dar gelirli vatandaşlar için kiraların dondurulması, asgari ücretin yükseltilmesi, İBB’nin ‘Kent Lokantaları’ projesine benzer ‘Kent Bakalları’nın hayata geçirilmesi ve toplu taşımanın ücretsiz hale getirilmesi gibi vaatler yer aldı.
Ne var ki, Mamdani’nin bu halk odaklı çözümleri Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden beklenen desteği görmedi; aksine, zaferinden sonraki bir hafta içinde ona karşı bir tavır geliştirildi. Cumhuriyetçilerin tepkisi anlaşılabilirdi, peki ama Demokratlar neden bu başarıyı engellemeye çalıştı? Yanıt, onların da mevcut düzenin birer parçası olmasında yatıyor. Başta İsrail lobisi olmak üzere, sistemdeki büyük sermaye çevreleri ve nüfuzlu baskı grupları tarafından desteklenmeye alışkın olan parti elitleri, ‘merkezi koruma’ bahanesiyle kendi tabanlarının taleplerini göz ardı etmeye koşullanmış durumda.
Bu düzene bir tehdit olarak ortaya çıkan Mamdani, onlar için rahatsız edici bir ‘bilinmeyen’ figür. Demokrat Parti’nin önemli isimleri, bu ‘bilinmeyeni’ destekleyerek kendi siyasi kariyerlerini riske atmak yerine, güvenli bir mesafede durup durumu gözlemlemeyi seçiyorlar. Hatta pek çok Amerikalı siyasi yorumcunun da belirttiği gibi, “Mamdani ile zafere ulaşmaktansa, bilindik bir adayla kaybetmeyi tercih ediyorlar!”
Bu durum, pek çokları için oldukça tanıdık bir senaryo. Partinin tabanını ve özellikle gençleri yeniden harekete geçiren Mamdani’yi kucaklayıp sahiplenmek yerine, ondan bilinçli olarak uzak durmayı seçiyorlar. Aslında muhalefet etmesi gereken bir partinin bu denli bir acziyet içinde olması, faşizmin neden hiçbir engelle karşılaşmadan bu kadar kolay ilerleyebildiğini de gözler önüne seriyor.
Ancak Zohran, hem sağdan hem de kendi partisinin içinden gelen bu yoğun eleştiri ateşine karşın geri adım atmıyor ve ‘sosyal adalet’ odaklı mesajlarını ısrarla sürdürüyor. Mamdani’nin bu mücadelesinden çıkarılacak pek çok ders bulunuyor; bunların başında ise insanlara ‘umut’ vermenin önemi geliyor.
Mamdani, seçmenlerine adeta “Her şey çok güzel olacak!” mesajının enerjisini sürekli olarak hissettirmeyi başarıyor. İletişim tarzı oldukça rahat, akıcı ve samimi. İçten gülümsemesi ve karizması (‘şeytan tüyü’) ile insanların dikkatini çekmeyi başarıyor, onlarda sevgi ve coşku gibi pozitif duygular yaratıyor. Ayrıca, viral olan TikTok videoları aracılığıyla modern iletişim teknolojilerini de son derece etkili bir şekilde kullanıyor.
Yaymış olduğu bu ilhamla, Zohran Mamdani’nin dünya siyaset sahnesinde kalıcı bir iz bırakacak bir figür olacağı aşikar. Gelişmeleri ve kendisini heyecanla takip etmeyi sürdüreceğiz.