Bir zamanlar dayanışma ruhunu, ortak bir sorumluluğu üstlenmeyi ve yükü birlikte sırtlamayı ifade eden kolektiflik kavramı, günümüzde büyük ölçüde yalnızca görünür olma çabasından ibaret bir hale gelmiştir. Artık bir eylemin sonucu olmayan aidiyet, bir imaja indirgenmiştir. Birlikte var olmanın değeri, aynı duyguları paylaşmaktan ziyade, aynı pozu ne kadar iyi verdiğimizle ölçülür oldu.
Bu durum, dijital çağın yarattığı en büyük yanılsamalardan biridir: Birlikteymiş gibi bir görünüm sergilemek. Kullanılan hashtag’ler, yapılan paylaşımlar ve ortak sloganlar, dışarıdan bakıldığında bir topluluk görüntüsü sunar. Peki, bu görüntünün ardında ne yatmaktadır? Sahici bir amaç, paylaşılan bir inanç mı, yoksa sadece sosyal medyada dolaşıma sokulabilecek parlak bir imaj mı?
Birlik olmanın ölçütü artık hissetmekten çok göstermeye dayalıdır. Kolektif ruhun özü buharlaşırken, geriye yalnızca cilalanmış bir yüzey kalmaktadır. Hakiki dayanışma, genellikle göz önünde olmayan, sessizce yapılan bir eylemdir. Ancak çağımız, görünmez olanı değil, en fazla dikkat çeken ve görünür olanı yüceltmektedir.
Halbuki toplumları ve kitleleri derinleştiren yegâne şey, paylaşılan ortak bir derttir. Eğer bu derdin yerini “estetik” bir kaygı alırsa, o zaman kalabalıklar devasa bir sahneye dönüşür. Bu sahnede herkes kendi rolünü oynamakta ve seyirciye yönelik bir performans sergilemektedir. Aidiyet, artık bir bağlılıktan çok bir “performans” halini almıştır; bir duygunun değil, belirli bir estetiğin parçası olma gayretidir.
Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmazdır: Bizler gerçekten bir arada mıyız, yoksa yalnızca bir aradaymış gibi davranan yalnız bireylerden mi ibaretiz?
***
Günümüzde toplumsal duyarlılık, çoğunlukla dijital ekranların soğuk parıltısında sahneleniyor. Bir etiket, siyah bir zemin üzerine yazılmış iki dramatik cümle ve arka planda çalan duygusal bir müzik… Gösteri bu kadardır. Bu dijital yas ritüelinin hemen ardından, hayat süslü bir umursamazlıkla kaldığı yerden devam eder; kahveler yudumlanır. Acının kendisi paylaşılmaz, yalnızca estetik bir ambalajla sunulur.
Bugün aktivizm, giderek bir kendini ifade etme ve konumlandırma aracına evrilmiştir. İnsanlar artık bir dava uğruna mücadele etmekten çok, o davanın yanında nasıl bir pozisyon aldıklarını sergilemek amacıyla seslerini yükseltiyor. Direniş, içerikten ziyade görünürlükten güç alıyor. Bu nedenle, protestonun en güçlü platformu artık sokaklar değil, sosyal medya paylaşımlarının tek bir karesidir.
***
Toplumsal travmalar karşısında yükselen dijital tepkilerde, samimi bir empati ile acının estetik bir meta olarak sunulması arasındaki ayrım giderek kayboluyor. En dokunaklı müzikler eşliğinde “hissedildiği” iddia edilen keder, çoğu zaman gerçek bir dayanışma çağrısı olmaktan çıkıp, bir imaj yönetimi uygulamasına dönüşüyor. Bu sebeple, bazen bir felakete gerçekten üzülmek yerine, “üzülebilen bir insan” imajı çizmek daha önemli hale gelebiliyor.
Artık bir acı haberle karşılaştığımızda, ekran başında gevşek bir konforla oturan bedenler görüyoruz. Bu duruşun ardında, “Neyse ki bu benim başıma gelmedi” hissinin getirdiği bir rahatlama yatar. Biri gasp, hırsızlık veya taciz gibi yüz kızartıcı bir suç işleyip yakalandığında ise, olayı izleyen veya ekranın diğer ucunda olan kalabalıklar anında bir infaz kuruluna dönüşür. Bu linç kültürü, suçun kendisinden ziyade, failin yakalanmış olmasının yarattığı bir öfkeyle beslenir. Çünkü o kalabalığın içindeki bazı bireylerin de benzer suçlara eğilimli ya da çoktan bulaşmış olması muhtemeldir. Bu topraklarda dürüstlük, biraz da yakalanmamış olmanın adıdır. Cezalandırma ise bir nevi bastırma mekanizmasıdır.
Filistin için bir gece boyunca dökülen gözyaşlarının ertesi sabah paylaşılan filtre kahve fotoğraflarıyla buharlaşması… Bolu’daki otel yangınında hayatını kaybeden çocukların acısının hafızalardan tıpkı alevler gibi çabucak silinmesi… Bir kadının sokak ortasında katledilmesinin saniye saniye izlenmesinin ardından, aynı parmakla o anıyı unutturacak başka bir içeriğe geçilmesi… Bugün 12 askerin şehit olduğu haberinin ekranları kaplaması, ancak üç gün sonra algoritmanın derinliklerinde izinin bile kalmaması…
***
Aynı durum siyaset alanı için de geçerlidir. Türkiye’de politik kimlikler, artık bir spor takımı taraftarlığı gibi benimseniyor. Aidiyet, fikirler üzerinden değil, imajlar aracılığıyla inşa ediliyor. Siyasi partiler, tabanlarını harekete geçirmekten çok, birer marka yönetimi faaliyeti yürütüyor. Gündelik hayattaki her şey politikleşmişken, hiçbir şey gerçek anlamda siyaset üretemiyor. Çünkü gerçekliğin yerini semboller, yapıcı eleştirinin yerini koşulsuz bağlılık ve çözümlerin yerini ise yalnızca alkış getiren sloganlar doldurmuştur.
Toplumsal travmaların üstesinden gelmek ve gerçekten iyileşebilmek, rahatsız edici sorular sormayı ve yerleşik ezberleri bozan ifadeler kullanmayı zorunlu kılar. Fakat biz, içeriği derinleştirmek yerine, ritüelleri devam ettirmeyi tercih ediyoruz. Bir ritüel haline gelen bu sığlık, sadece bireyleri değil, kurumsal aklı da işlevsiz kılıyor. Yalnızca toplumsal belleği değil, yönetsel refleksleri de köreltiyor. İşte tam da bu yüzeysellik, Türkiye’deki politik sistemi içten içe kemiren en tehlikeli virüs haline gelmiştir.
En itibarlı mevkiler, uzun zamandır cehalet tarafından işgal edilmiş durumda. Bilgi, düşünce, araştırma, okuma ve inceleme gibi kavramlar, artık otoriteyle bağdaştırılmıyor. Çoğunlukla bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunuyor ve sesin gürlüğü, zihnin derinliğinin önüne geçiyor. Sorun yalnızca cehaletle de sınırlı değil; ideolojik tutarlılığın yerini de kişisel çıkar hesapları almış durumda. İnanca değil, fırsatçılığa dayalı kurulan ittifaklar, en ufak bir risk anında dağılıyor. “Etkin pişmanlık” artık sadece bir hukuk kavramı değil; siyaset arenasındaki pragmatik bir manevranın adı olmuştur. Birbirini ilk fırsatta yarı yolda bırakanların oluşturduğu bu kalabalıkta, sadakat dahi kısa vadeli bir performansa dönüşüyor.
Bugün Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet kanadında ortak bir refleks gözlemleniyor: Danışma mekanizmaları devre dışı bırakılmış, liyakatin yerini sadakat almıştır. Bilgiye değil, koşulsuz itaate prim verilmektedir. Yetkinlik sorgulaması olan “Ne biliyor?” sorusu, yerini “Bizim tarafımızda mı?” sorusuna bırakmıştır. Akılcı eleştiriler, itirazlar ve alternatif yaklaşımlar ya baskılanıyor ya da değersizleştiriliyor. Bilimin, uzmanlığın ve deneyimin sesi giderek kısılırken, kürsüler sadakat yeminleriyle yankılanıyor. Deprem, yangın, göç, eğitim ve sağlık gibi kritik konularda çözümler için uzmanlara değil, itaate dayalı olarak seçilmiş vitrin figürlerine kulak veriliyor.
Ege’de korkunç bir yangın felaketi yaşandığında, İzmir ve çevresi alevlere teslim olduğunda, yangına müdahale etmesi için İzmir’in coğrafyasını, rüzgârını ve kaçış güzergâhlarını bilmeyen bir dozer operatörünün Konya, Ilgın’dan getirilip orada hayatını kaybetmesi bu durumun trajik bir örneğidir. Çünkü artık makbul olan liyakat değil lojistik, yerel bilgelik değil merkezden yapılan sevkiyattır. Bölgenin rüzgârını ve topografyasını bilen uzmanlar yerine, merkezden görevlendirilen “işgücü” vardır. Yaklaşık 20-30 yıl öncesine kadar yangınlarla mücadele, bölgeyi avucunun içi gibi bilen yerel orman ekipleriyle yürütülürken, bugün hem ormanlar hem de kurumsal hafıza kelimenin tam anlamıyla yanmaktadır. Bu durum, yalnızca bir doğal afetin değil, aynı zamanda bir ülkenin yönetim zihniyetinin de nasıl alevler içinde kaldığının acı bir tablosudur.
Bu düzende bilgi sahibi olanlar kenarda beklemek zorunda kalıyor; zira bilgi artık riskli bir nitelik taşıyor. Çünkü bilgi sahibi olan sorgulama eğilimindedir ve sorgulayan zihinler mevcut düzen için bir rahatsızlık kaynağıdır. Siyasetin en geçerli dili eleştiri değil, sadakattir. Kurum içinden yükselen her itiraz ihanetle, dışarıdan gelen her eleştiri ise düşmanlıkla bir tutuluyor. Medya tek bir merkezden yönetilen bir koro gibi konuşurken, sosyal medya yalnızca “alkışlanmaya layık” görülen cümleleri parlatıyor. Politika, bir fikir alışverişi platformu olmaktan çıkıp, belirli söylemlerin tekrarlandığı bir disipline dönüşmüştür. Partiler artık düşünce değil, yalnızca refleks üretiyor. Bu, sadece sesin değil, hakikatin de yitirilmesidir.
Farklı görüşlere yönelik bu tahammülsüzlük, yalnızca iktidarla sınırlı kalmayıp, muhalefet yapılarının kendi içinde de gözlemlenmektedir. Katılım yerine itaat beklenmekte; uyumlu olanlar yüceltilirken, sorgulayanlar sessizliğe mahkûm edilmektedir.
Kişiselleştirilmiş Hakikat
Dayanışma, bir zamanlar konfor alanını terk etmeyi, rahatsızlığa katlanmayı, çelişkilerle yüzleşmeyi ve kendi bireysel sınırlarından feragat etmeyi gerektirirdi. “Biz” olabilmek, bir fedakârlık ruhu isterdi. Bugün ise o “biz” kavramı, bireysel benliğin sergilendiği bir vitrine dönüşmüş durumda. Bu hiper-görünürlük çağında dayanışma, benliğin parlatılmış bir yansımasından başka bir anlam ifade etmiyor.
Bu çağda protestolar dahi bir eylemden çok estetik bir koreografiye, bir davadan çok bir dekora dönüşmüş durumda. Asıl mesele hissetmek değil, hissettiğini etkili bir şekilde göstermektir. Kamera artık bir tanık değil, bir onay merciidir. Artık gözyaşlarının bile bir filtresi var…
Dijital kültürün dokularına sızan bu narsisizm, dayanışma kavramını içeriden çürütüyor. Freud’un tanımıyla narsisizm, benliğe yapılan aşırı yatırımdır. Günümüzde bu yatırım artık sadece ruhsal değil, aynı zamanda görsel bir nitelik taşıyor. Birey, her hareketiyle kendini yeniden markalaştırıyor ve inşa ediyor. Dayanışma dahi bir “kendilik performansına” evriliyor. Ahlaki bir tavır sergilemek, vicdani bir duruştan ziyade, “izlenebilir bir kimlik beyanı” haline geliyor. Doğum günü kutlamalarının bile birer duygusal içerik üretme yarışına dönüştüğü günümüzde, her şey yalnızca gösterilmeye, kaydedilmeye ve alkışlanmaya hizmet ediyor. Samimi bir kutlama yerine, dijital vitrinlerde karşılaştırılan, rekabetçi ve garip bir gösteri izliyoruz. Böylece kimlik, bir başlangıç noktası olmaktan çıkıp, bir varış noktasına dönüşüyor. Bu narsistik benlik, hem dayanışmayı hem de siyaseti kişisel bir imaj galerisi olarak araçsallaştırır. Hareket eden değil, poz veren bir kolektifin parçasıyız. Ortak bir mücadeleden çok, ortak bir poz verme arayışı hüküm sürüyor.
***
Bu hiper-kimlik çağında, dijital narsisizm sadece benliği kutsamakla kalmıyor, aynı zamanda hakikati de özelleştiriyor. Gerçeklik, artık üzerinde uzlaşılan ortak bir alan olmaktan çıkıp, kişisel bir mülkiyete dönüşüyor; topluma değil, bireyin benliğine hizmet ediyor. Artık belirli bir kimliğe mensup olmak, o kimliğe özgü hakikatlere özel bir erişim hakkı iddia etmek anlamına geliyor.
Gerçekler, siyasi kimliklere göre 180 derece farklı yorumlanabiliyor. İktidarın bakış açısıyla her ekonomik veri “büyüme” olarak sunulurken, muhalefetin gözünde aynı veri “çöküş”ün bir kanıtıdır. Bir tarafın “yolsuzluk” olarak nitelediği bir olgu, diğer tarafça anında “iftira” olarak etiketlenir. İktidar için “bağımsız yargı” tarafından verilen bir karar, muhalefet için “sarayın sopası” olarak görülür. Muhalefetin “demokrasi mücadelesi” olarak tanımladığı eylemler, iktidar tarafından “vatan hainliği” olarak damgalanır.
Hakikatin teyidi artık kanıtlara değil, kişinin dahil olduğu grubun kimliğine dayanmaktadır. Nihayetinde, gücü elinde bulunduranın gerçeği, diğer tüm hakikatleri örten karanlık bir gölge gibi yayılır…
***
HİKMET ÇETİNKAYA…
Cumhuriyet gazetesinin değerli yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın hayatını kaybettiğini derin bir üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayız. Türkiye basın camiasının duayen kalemlerinden biri olan Çetinkaya, uzun seneler boyunca ülkenin düşünce dünyasına önemli katkılar sunmuştur. Ailesine, sevenlerine ve basın topluluğuna başsağlığı dileklerimi iletiyorum.