21. yüzyılın üçüncü on yılına girilirken, Avrupa kıtası güvenlik paradigmalarında köklü bir değişimden geçmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından uzun süre barış odaklı ve savunmaya dayalı bir askeri pozisyon benimseyen çok sayıda Avrupa devleti, Rusya’nın 2022 yılında Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte, askeri bütçelerini ve silahlanma yeteneklerini önemli ölçüde yükseltme yoluna gitmiştir.
Meydana gelen bu süreç, yalnızca ülkelerin kendi güvenlik doktrinlerini etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda Avrupa Birliği ve NATO içindeki stratejik güç dağılımında da kayda değer oynamalara sebep olmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa, barışçıl bir bütünleşme projesi olan Avrupa Birliği’nin çatısı altında, askeri gerilimler yerine ekonomik ve diplomatik kanallarla istikrarı sağlamayı hedeflemişti. Savaşta mağlup olan Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerin anayasal düzenlemelerle saldırı amaçlı askeri güçler kurmasının engellenmesi ve NATO’nun kuruluşuyla Batı Avrupa savunmasının sorumluluğunun büyük oranda ABD’ye devredilmesi, kıtadaki kapsamlı bir silahlanma gerekliliğini uzun süre ertelemişti.
Ne var ki, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi, Avrupa’nın güvenlik yapısında bir sarsıntıya yol açtı. Bu gelişmeyi bir “Zeitenwende” (tarihi dönüm noktası) olarak nitelendiren Almanya Başbakanı Olaf Scholz, ülkesinin askeri bütçesinde çarpıcı bir artışa gideceğini duyurdu. Bu değişimin en somut göstergeleri arasında, 100 milyar Euro tutarında özel bir savunma fonunun oluşturulması ve savunma giderlerinin Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH) %2’si seviyesine yükseltilmesi kararı yer almaktadır.
Bu süreçte Fransa nükleer caydırıcılık kapasitesini vurgularken, Polonya, Birleşik Krallık ve İskandinav ülkeleri de benzer şekilde savunma bütçelerini yükseltme yönünde adımlar atmıştır. Rusya tehdidini en yakından hisseden Baltık ülkeleri ise NATO’nun ileri karakol planlarına enerjik bir biçimde katılım göstermekte ve Amerika Birleşik Devletleri ile askeri alandaki ortaklıklarını güçlendirmektedir.
Avrupa’nın bu yeniden silahlanma hamlesi, kıtanın savunma endüstrisi için de önemli bir olanak penceresi açmıştır. Artan siparişler doğrultusunda Almanya merkezli Rheinmetall, Fransız Dassault ve İngiliz BAE Systems gibi dev şirketler hem üretim hacimlerini genişletmekte hem de gelecek nesil savunma sistemlerine yatırım yapmaktadır. Buna ek olarak, kıta çapında askeri bütünleşmeyi ilerletmek amacıyla “Avrupa Savunma Fonu” ve PESCO (Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği) gibi AB seviyesinde girişimler de devreye alınmıştır.
Artan silahlanma, caydırıcılık yoluyla kısa vadede bir güvenlik hissi verse de, uzun vadede yeni bir silahlanma yarışını tetikleme riski taşımaktadır. Ayrıca, Avrupa’nın daha otonom bir askeri aktör olma arzusu, ABD ile savunma yükümlülüklerinin paylaşımına dair geçmişteki gerilimler de göz önüne alındığında güçlenmektedir. Fakat bu eğilim, NATO ittifakı içindeki ahengi sınayabilecek bir potansiyele sahiptir.
Bu askeri yatırımın beraberinde getirdiği insani, toplumsal ve ekonomik bedeller de önemli bir tartışma konusudur. Yükselen savunma bütçelerinin sosyal devlet harcamalarından kesintiye yol açması, kıtanın barışçıl diplomasi mirasının aşınması ve Avrupa’nın bölgesel anlaşmazlıklara müdahil olma ihtimalinin yükselmesi gibi endişeler mevcuttur.
Türkiye açısından bakıldığında, Avrupa’daki bu silahlanma eğilimi hem potansiyel kazanımlar hem de ciddi riskler içermektedir. Türkiye’nin bir NATO müttefiki olarak ittifakın doğu kanadının güvenliğindeki stratejik konumu, askeri alanda daha yoğun bir iş birliği kapısını aralayabilir. Diğer yandan, Avrupa Birliği’nin kendi savunma entegrasyonunu derinleştirme çabaları, NATO’dan bağımsız güvenlik yapılarının ortaya çıkması tehlikesini barındırır ki bu, Türkiye’nin bölgedeki stratejik denklemi için kritik bir unsurdur.
Özetle, mevcut durumun ana hatları şöyledir: Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en iddialı askeri yatırımını 100 milyar Euro’luk bir bütçeyle gerçekleştirmektedir. Fransa, askeri özerkliğini muhafaza ederek NATO içinde Avrupa’nın liderliğine oynamaktadır. Birleşik Krallık, sadece Avrupa için değil, kıta dışı güvenlik meselelerinde de yol gösterici bir aktör olarak konumunu korumaktadır. NATO’nun doğu sınırındaki cephe ülkesi Polonya, silahlanmayı temel bir devlet politikası seviyesine çıkarmıştır. İsveç, Danimarka, Norveç ve Finlandiya’dan oluşan İskandinav ülkeleri, olası bir küresel çatışma riskine karşı bütçelerinden devasa paylar ayırarak müşterek ve süratli bir askeri yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Baltık ülkeleri ise korkuya dayalı bir caydırıcılık stratejisi izleseler de, silahlanmayı varoluşsal bir savunma gerekliliği olarak görmektedirler.
Tüm bu gelişmeler, yeniden silahlanma sürecinin yalnızca bölgesel bir güvenlik politikası revizyonu olmanın ötesinde, küresel stratejik dengeleri de derinden etkileme potansiyeline sahip bir olgu olduğunu göstermektedir. Bu çerçevede, hem Avrupa ülkelerinin tek tek hem de işlevselliklerini koruyabildikleri ölçüde NATO ve AB gibi kurumların, caydırıcılık ile diplomasi arasında hassas bir denge kurması bir zorunluluktur. Bu dengenin kurulamaması, dünyayı daha keskin bir kutuplaşmaya ve yeni çatışma risklerine sürükleyebilir.