James Gunn’ın ‘Superman’ Filmi: Kusurlarına Rağmen Eğlenceli ve Umut Vaat Eden Bir Başlangıç

Dürüst olmak gerekirse, hiçbir zaman bir Superman hayranı olduğum söylenemez. Çelik Adam, diğer süper kahramanlarla karşılaştırıldığında bana her zaman biraz yavan gelmiştir. İnsanlar arasında yetişen ve mazlumların yanında duran tanrısal bir varlığın öyküsü temelde ilgi çekici olsa da, çoğu tehdide karşı aşırı dayanıklı görünen bu Mesih benzeri figür söz konusu olduğunda gerçek bir tehlike hissi yaşamak zordur. Elbette, her zaman bir Kriptonit faktörü bulunur, fakat Supes eninde sonunda o parlak yeşil maddeden kurtulup, 1978 yapımı filmde olduğu gibi dünyanın etrafında o kadar hızlı uçar ki zamanın akışını tersine çevirir ve yaşanan trajediyi ortadan kaldırır. Bu durumda, riskler neredeyse sıfıra iner.

Bu duruma, Zack Snyder’ın, Christopher Nolan’ın ayakları yere basan Kara Şövalye üçlemesinin gerçekçi doğasını taklit etmeye yönelik iddialı ancak başarısız girişimi de pek yardımcı olmamıştı. Superman karakterine getirilen bu karanlık yorum, seriye olan ilgimi artırmadı ve bir başka sinematik yeniden başlangıç fikri beni pek de heyecanlandırmıyordu.

Ancak beklentilerimin aksine, James Gunn’ın Kripton’un Son Oğlu’nu yenilmezlikten uzak hissettirmesi ve Superman’e soğuk kalbimi eritecek kadar duygusal bir derinlik katması beni fazlasıyla şaşırttı. Dahası, bu kusurlu ama coşku dolu gişe canavarı sayesinde belki de hayatımda ilk defa bir Superman filminden gerçekten keyif aldım.

Film, David Corenswet’in mükemmel bir performans sergilediği Büyük Mavi’nin, yaralı ve kanlar içinde Kuzey Kutbu’ndaki Yalnızlık Kalesi yakınına çakılmasıyla başlıyor. Açılış jeneriğinden öğrendiğimize göre Superman, entrikacı milyarder Lex Luthor (Nicholas Hoult) ve onun ‘Boravia’nın Çekici’ adını taşıyan yüzen robotuna karşı ilk kez bir dövüşü kaybetmiştir. Bu isim, Superman’in kendini içinde bulduğu jeopolitik bir karmaşaya işaret ediyor. ABD müttefiki olan faşist Boravia’nın komşusu Jarhanpur’u işgalini engelleyen kahramanımız, Luthor tarafından kurgulanan bir halkla ilişkiler felaketinin merkezine yerleşir.

Pelerinli, cesur ama bir o kadar da inatçı süper köpeği Krypto, kanlar içindeki efendisine yardım ederek onu tekrar ayağa kaldırır. Kötü şöhretinin yanı sıra, Superman / Clark Kent, üç aydır cesur gazeteci Lois Lane (Rachel Brosnahan) ile çalkantılı bir ilişki sürdürmektedir. Ailesinden gelen bozulmuş bir kayıt ise onun dünyadaki yerini sorgulamasına neden olur. Fakat Luthor’un açgözlülük ve kıskançlıkla beslenen, “o” diye hitap ettiği göçmen uzaylıyı itibarsızlaştırma çabaları yüzünden, kendi dertlerine üzülecek pek vakti kalmaz.

Gunn, hem Snyderverse’in karamsarlığını hem de bitmek bilmeyen başlangıç hikayelerine duyulan yorucu ihtiyacı bir kenara bırakarak, adeta geçmiş bir çizgi roman döneminin ruhunu yakalamak için hikayeye ortasından dalıyor. Ve bu yaklaşım kesinlikle işe yarıyor. Bu yüksek tempolu macera, tehlikedeki bir sincabı kurtarmak için zaman ayıran “saf ama iyi niyetli” bir izciye yakışan tüm o tuhaflık ve renkli paletle, adeta beyaz perdeye yansıtılmış bir çizgi roman gibi hissettiriyor.

Gunn’ın yaklaşımındaki bu neşeli ‘aptallık’, günümüzün sinema atmosferinde oldukça cesur bir hamle olarak duruyor ve yönetmenin ne yaptığının bilincinde olduğunu kanıtlıyor. Süper kahraman yorgunluğunun farkında olduğu açıkça belli olan Gunn, yeniden başlatmasında eğlence faktörünü ikiye katlarken bazı gerçek dünya yansımalarından da geri durmuyor. Bu, Superman filmleri için yeni bir durum olmasa da, iptal kültürüyle (sosyal medya botları/trolleri yardımıyla) süslenmiş yabancı düşmanlığı ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile İsrail-Filistin çatışmasına yapılan bariz ama abartısız güncel göndermeler içeren çekişmeli Orta Doğu jeopolitik anlaşmazlığının dahil edilmesi cesur bir dokunuş.

Bulutlara bakıp bağırmaktan yorulmayanların o bildik ‘Superman de artık ‘woke’ olmuş’ şeklindeki sığ eleştirilerini şimdiden duyar gibiyim. Oysa Superman her zaman böyleydi: adalet için savaşan ve “nezaketin punk rock olduğu” bir anlayışı savunan uzaylı bir hümanist. Bu replik biraz klişe olabilir, kabul, ama yine de işe yarıyor – özellikle de filmin finalinde Iggy Pop’un müthiş bir şarkısı eşliğinde duyulduğunda.

‘Superman’ harika bir yapım olsa da, inkâr edilemeyecek sorunları da barındırıyor. Özellikle tek seferde çok fazla şeyi anlatmaya çalışan aşırı kalabalık senaryosu ve sözleşme gereği eklenen CGI bombardımanı sırasında ortaya çıkan mantık hataları göze çarpıyor. Buna rağmen Gunn, ‘Galaksinin Koruyucuları’ filmlerinde sergilediği gibi, geniş bir oyuncu kadrosunu idare ederken olay örgüsünü mantıklı bir çizgide tutabildiğini bir kez daha gösteriyor. Mister Terrific (Edi Gathegi) ve Green Lantern (Nathan Fillion) başta olmak üzere Adalet Çetesi’nin diğer “metahumanları” da kendilerini gösterme fırsatı buluyor. Hawkgirl’ün (The Last Of Us’ın parlayan yıldızı Isabela Merced) biraz geri planda kalması üzücü olsa da, bu renkli ekip yeni DC Evreni’ne büyüleyici bir katkı sağlıyor.

Nihayetinde, film o kadar eğlenceli ki, programa uymak isteyenler dışında kimse bu kusurları isyan edecek kadar önemsemeyecektir. Filmin olumsuz yönlerine takılıp kalanlar ise Corenswet’in son derece içten performansına ve Noah and the Whale’in ‘Five Years Time’ şarkısı eşliğindeki o muhteşem sona kayıtsız kalabilecek kadar katı bir izleyici kitlesi olacaktır. ‘Superman’ mükemmel bir film olmayabilir, fakat bu yılın diğer gişe rekortmeni yapımlarını gölgede bırakan, fazlasıyla sevimli bir seyirlik. Her şeyden öte, Gunn ve Peter Safran’ın yönetimindeki yeni DC Stüdyoları için çılgınca eğlenceli bir başlangıç. ‘Superman’ şu anda sinemalarda.