Yün, Anadolu’da genellikle koyun ve keçilerin kılından elde edilen doğal bir liftir.
Isı yalıtımıyla sıcak tutar, teri emer. Kırışmaz, kolay yanmaz.
Kışlık giysilerin üretiminde kullanılır. Yünden yapılan giysiler insanı üşütmez.
Isı ve basınçla yünün sıkıştırılmasıyla yapılan keçelerden üretilen, tek parça kepenekler kışın çobanların gözdesidir.
Osmanlı zamanında, toplumun manevî önderleri sayılan dervişler tarihsel olarak genellikle yünden yapılmış giysiler giyerlerdi.
Sadeliğiyle bu hem sembolik hem de pratik nedenlere dayanırdı.
Derviş, tasavvuf geleneğinde, dünyevî zevklerden uzak duran, yoksulluğu ve alçakgönüllülüğü bir yaşam biçimi olarak benimseyen, sûfî hayatı yaşayan kişidir.
Allah’a yakın olmak, nefsini terbiye etmek ve dünyevî arzulardan arınmak amacındadır.
Arapça “sûf” sözcüğü yün demektir.
Dervişlere, sade yün elbiseler giydikleri için simgesel olarak “sûfî” deniyor olmalıdır.
Yunus Emre, Mevlâna Celalettin Rumi tasavvuf sahibi, sûfîdirler.
Doğal bir ürün olan yün, sadeliğin, arılığın, saflığın, dervişliğin simgesidir.
Öte yandan fiziksel ateş ise ısıtır, aydınlatır ama yakar, yıkıcıdır.
Ateş kavramı somutla soyutu birbirine karıştırır!
Hem hayat hem ölüm hem aşk hem cehennem hem bilgelik hem tutkudur.
Ateş ile savaş arasında, tarihsel, somut ve mecazî düzeyde derin ve çok katmanlı ilişkiler vardır.
Bu ilişki hem savaşın silah, tahrip gibi araçsal yönünde, hem de öfke, yıkım, arzu, direniş gibi simgesel boyutlarında kendini gösterir.
Ateş; kentleri, köyleri, ormanları, insanları yok eder; ama aynı zamanda direnişin kıvılcımı, özgürlüğün alevi, öcün yansıması, karanlığı aydınlatacak ışık olur.
“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,” der Nazım Hikmet.
Mevlâna; “Aşkla yan ki külün bile şifa olsun.”, der.
Bu yazımızda, biraz uzunca da olsa, “yünü” ve “ateşi” konuşacağız.
Aralarında bir bağ var mıdır? Varsa nedir?
“Yün ve ateş”; altı yüz önce Anadolu’da dağları isyan ateşiyle donatan Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in hırkası ve sevdası olabilir mi?
Derviş ve ateş-Temsili resmi-IA
***
11. yüzyılın sonlarından itibaren Uzak Asya’dan akın akın Anadolu’ya gelen Türklerin bu kadim topraklara yerleşmesi, ağır ağır ve zorlu olmuştu.
Bu süreçte birçok sıkıntı, çatışmalar yaşandı.
1299’da, Ertuğrul Bey’in oğlu Osman Gazi’nin Söğüt-Bilecik çevresinde oluşturduğu egemenlik, dalga dalga yayılmış, bir yüzyıl sonra İstanbul’a ve Doğu Anadolu’ya kadar genişlemişti.
Bu süreçte Osmanoğulları, Anadolu’da Türklerin birliğini belirli ölçüde sağlamıştı.
Anadolu’nun zenginliğine ve işlek ticaret yollarına göz koyan, o da Türk kökenli olan Emir Timur, kalabalık ordusuyla Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’ya girmeye kalktığında karşısına, Osmanoğulları’ndan Yıldırım lakaplı I. Bayezid çıktı.
Ankara’da yapılan çetin mücadelede Timur, I. Bayezid’i yendi (1402).
Savaştan kısa bir süre sonra I. Bayezid öldü. Timur da Semerkand’a döndü.
Osmanlı’nın Anadolu’da iyilikle ya da zorla, yüz yılda birleştirmeye çalıştığı Türk beylikleri, Timur’un teşvikiyle yeniden ayağa kalkmaya başlamış, Anadolu’daki siyasal kargaşanın yanı sıra toplumsal dağınıklık da ortaya çıkmıştı.
“Fetret Devri” (Geçiş Dönemi) denilen bu süreçte, I. Bayezid’in oğulları arasındaki taht kavgası Anadolu ve Rumeli’yi kana buluyordu.
Süleyman, İsa, Musa, Mehmet ve Mustafa Çelebiler arasındaki padişah olma mücadelesi, birbirlerini katletmeleriyle sona eriyordu.
Halk, padişah olmak isteyen hangi şehzadenin yanında duracağını şaşırmıştı. Güç dengesi her gün değişiyordu.
Merkezi otoritenin ortadan kalkması ve Timur sonrası küçük beyliklerin kendini toparlayamamış olması, ciddi toplumsal, ekonomik ve ideolojik sorunlar ortaya çıkardı.
Bu dönemde halkın çektiği sıkıntılar, isyanlar, tarikat eylemleri ve vergilendirme sorunları daha da derinleşti.
Timur’un Anadolu’da beyliklerin yeniden kurulmasının önünü açması, bir anlamda onları özgür kılıyordu ama bu tutum, aynı zamanda Osmanlı topraklarının parçalanmasına yol açıyordu.
Toprağın işlenmesini ve tarımın yönetilmesini sağlayan “tımar sistemi” ve vergilendirme mekanizmaları bu süreçte çöktü.
Tımar sistemine göre, verimli ve tarıma elverişli arazilerin kullanım hakkı, devlet tarafından, ordu mensuplarına ya da memurlara hizmet karşılığında veriliyordu.
Bu kişiler, toprakların vergi gelirini toplar ve buna karşılık devlete asker verirdi. Böylece hem toprakların işlenmesi sağlanır hem de ordu için sürekli bir insan kaynağı yaratılmış olurdu.
Tabii ki Devlet bir anlamda Padişah ya da Bey idi.
Bu ortamda sistem dağıldığından, köylüler tımar sahiplerinin yokluğunda vergilerini kime ödeyeceklerini bilemedi, topraklarını terk etti.
Eşkıyalık, yağma, kıtlık ve zorla asker toplama yaygınlaştı
Mehmet Çelebi Divanı ile-Minyatür
***
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren Sünnî-Hanefî mezhebini resmî mezhep olarak benimsemişti.
“Sünnî” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’e inanan ve Hz. Muhammed’in sünnetine; yani yaşam tarzı, sözleri ve uygulamalarına bağlı olan kişi anlamına gelir.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanların başına geçen dört halife; Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi, Hz. Peygamber’in meşru halefleri olarak kabul eder.
Farklı yaklaşımlara sahip dört büyük mezhebe; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine dayanan bir İslam anlayışıdır.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra başlayan hilâfet tartışmaları sonucunda, Sünnîlik zamanla İslam dünyasında ana akım hâline gelmiştir.
Bugünkü Irak’ta yaşamış ulu bir din bilgini olan Ebû Hanîfe’nin (699–767) oluşturduğu bir düşünce ve davranış yoludur Sünnî-Hanefîlik.
Kökeni Horasan’a dayanan Ebû Hanîfe, düşünceleri ve tutumuyla, birer Arap devleti olan Emevîler ve Abbâsîler’in kötü yönetimine boyun eğmemişti.
Abbâsî Devleti’nin ikinci halifesi Mansûr, Ebû Hanîfe’yi Bağdat’ta hapsettirmiş, işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştü.
Ancak onun mezhebi, İslam dünyasının büyük bir bölümüne yayılmıştır.
Hanefî mezhebi, sorunların daha kolay çözülmesini sağlayan fetva ve içtihat zenginliği nedeniyle, Osmanlılar gibi büyük devletlerde resmî mezhep olarak benimsenmiştir.
Tabii ki Osmanlı’nın kadıları, müftüleri, medrese hocaları ve resmî din adamları da bu çizgideydi.
Bu tutum, özellikle şehirlerde ve merkezi yönetimin etkili olduğu Edirne, Bursa, Amasya gibi bölgelerde daha belirgindi.
İmam Ebu Hanife-Temsili resim
***
Osmanlı şehzadelerinin birbirine düştüğü böyle bir karışıklık ortamda, tarikatlar ve dinî önderlerin toplumsal yaşamda etkisi arttı.
Özellikle “heterodoks” (Sünnilik dışı) tarikatlar halk arasında geniş bir karşılık buldu.
Anadolu’nun çok geniş kesimlerine yayıldı. Bu yaygınlık hem toplumsal hem de coğrafî bakımdan önemli varlık alanı kazandı.
Bektaşîlik, Yesevîlik, Kalenderîlik, Bâtınîlik gibi akımlar güçlendi.
15. yüzyılda Anadolu’da, çok daha eski kökleri sahip bir inanç ve kültür sistemi olan Alevilik, farklı renkleriyle de olsa, henüz bugünkü anlamıyla kurumsallaşmamış ama daha görünür ve toplumsal bir nitelik kazanmış, örgütlü ve siyasal bir hareket haline gelmişti.
Halkın büyük bir kısmında Hz. Ali sevgisi, 12 İmam inancı, mülkiyetin ve zenginliğin eleştirisi, Ehl-i Beyt (Hz. Muhammed’in ailesi) bağlılığı, cem ayini benzeri ritüeller gibi bugünkü Aleviliğin temel inançları, o dönemdeki çeşitli “Sünnîlik dışı” Türkmen inanç yapılarında mevcuttu.
Halkın çoğu resmî olarak Sünnî sayılıyordu; ancak bu daha çok merkezî bölgeler ve devlet söylemi için geçerliydi.
Böyle kaotik dönemlerde, halk arasında tarikat merkezli, eşitlikçi, halkçı ve mistik yorumlar ön plana çıkmış; Sünnîlik dışındaki eğilimler yaygınlaşmış ve örgütlü hâle gelmişti.
Bu ortam, daha sonra Azerbaycan-İran Türkmenleri olan Safevîlerin ortaya çıkışıyla birlikte daha net ayrımlarla tanımlanacak Alevî‑Bektaşî inançlarının gelişme zeminini de hazırlamıştı.
***
Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve yoldaşlarının tüm Anadolu’yu sarsan eylemleri, böyle bir siyasal ve toplumsal ortamda yaşandı.
Anadolu’da büyük huzursuzluk vardı. Belirsizlikler, kargaşaya yol açıyordu.
Ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşmıştı.
Böyle koşullarda halk hareketlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz hâle gelmişti.
Bu dönemde yaşanan, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in öncülük ettiği ayaklanmalar, Osmanlı tarihinin en dikkat çekici halk hareketlerinden biridir.
Baş kaldırı girişimlerinin yanı sıra bu olayların kuramcısı olduğu söylenebilecek Şeyh Bedreddin’in tasavvufî, felsefî ve toplumsal içerikli düşünceleri, en bilinen eseri olan Vâridât’tan (İlhamlar) öğrenilir.
Bu düşüncelerin temelinde, İslam’ın içsel, ruhsal ve ahlâkî yönünü esas alan bir düşünce, inanç ve yaşam biçimi olan “tasavvuf” vardır.
Tasavvuf, genellikle “İslam’ın kalp boyutu” ya da “manevî disiplini” olarak tanımlanır. Batı dillerinde “Sufizm” olarak bilinir.
Tasavvufun temel amacı, insanın nefsini arındırarak Allah’a yaklaşması, O’nu tanıması ve sevmesidir.
Arapça “sûf” (yün) kelimesinden türediği düşünülür. Sûfîlerin sade, yün elbiseler giydiği bilinmektedir.
Yün aynı zamanda bir simgedir.
***
Tasavvuf geleneği bağlamında Şeyh Bedreddin’e göre; insan, evren ve Tanrı bir bütünün parçalarıdır; ayrım yapmanın bir anlamı yoktur. Tüm insanlar, hangi dine veya mezhebe ait olursa olsun, aynı kutsal kaynaktan gelir.
Bu ifade, “vahdet-i vücûd” (varlık birliği) öğretisidir.
Şeyh Bedreddin, Vâridât’ta şöyle der:
“Âdem, Allah’ın sureti biçiminde yaratılmıştır. Onun sureti, bütünün suretidir ve yalnız insanda bulunur; başka varlıklarda bulunmaz.”
“…İş, görünüşte insanın, fakat gerçekte Allah’ındır.”
Ardından ekler:
“Kulun suretinde, görünümünde Hak’tan başka bir şey yoktur… Bütün işler Allah’a aittir; suretler araçtır… Fiiller, görünüşte insanın; fakat gerçekte Allah’ındır.”
“Diğer bir ifadeyle; kulun suretinde, Hak’tan başka tasarruf sahibi bulunmamaktadır.”
Ona göre; “hakikat birdir, yollar çoktur”.
“Allah’a göre bütün nesneler aynıdır. Hakikatte O’ndan başka varlık yoktur. Bin suretle ortaya çıksa da yine O birdir. Ulu Tanrı bütünde, bütün de O’nda ortaya çıkar. Gerçeğine bakılırsa; görünüş ve görülen aynıdır ve aradaki farklar itibarîdir.”
“Görmüyor musun, tohumda bütün ağacın var olduğunu ve bütünün ağacın her bölümünde oluştuğunu?”
“Ağacın bütünü meyvede mevcuttur. Her bölümünde bir tohum vardır; böylece bütün buradadır ve ondan oluşmaktadır.”
Bu felsefî görüşler, derin düşünceler, eyleme dönüşünce ete kemiğe bürünür.
Çok olay anlaşılan somut istemlere dönüşür. Müritlerin dilinden diline ulaşır:
“Mülk Allah’ın olduğuna göre, kimse yeryüzünde sahiplik iddia edemez. Toprak da su da nimet de herkesin hakkıdır.”
“İnsanların mal ve toprak üzerinde tasarruf kurması, ilahî düzene aykırıdır.”
“Dinler, yollar gibidir; hepsi Hakk’a çıkar. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam arasındaki farklar şekilseldir.”
“Tanrı bir ise, nasıl olur da insanlar dinlere göre ayrılsın? Hristiyan’ın kalbi temizse, o da kurtuluşa erer. Yahudi mazlumsa, o da hak yolundadır.”
“Adalet, Allah’ın terazisidir: Kimin elinde kılıç varsa, o hükmetmesin. Kimin eliyle halk doyuyorsa, o hükmetsin.”
“İktidarın meşruluğu, halkın huzuruyla ölçülür.”
“İsyan, zulme karşı ibadettir. Mazlumun susması, zulme ortaklıktır. Kul hakkı yenen yerde sabır gösterilmez.”
Bu yaklaşımlar, kulaktan kulağa dolaşan bir söylem olarak, o dönem özellikle Batı Anadolu’da çok büyük yankı uyandırır.
Bu deyişler, Bedreddin düşüncesinin siyasal eyleme dönüşme zeminini oluşturur.
Şeyh Bedreddin klasik medrese çevresinden gelse de bu düşünceler birçok insanı etkilemiş, ancak dönemin uleması tarafından “zındıklık” ve “dinden sapma” olarak değerlendirilmiştir.
Davranışları ise “siyaset yapma” olarak nitelenmiştir.
Şeyh Bedrettin-Temsili resim
***
Bu aykırı düşünceler, şehzadelerin birbirini kırdığı Fetret Devri’nin kaotik ortamıyla birleşince, Batı Anadolu’da büyük bir isyan patlak verir.
Nesnel koşullar uygundur:
Topraksızlık, açlık, eziyet almış yürümüştür.
Eşitlik ve kardeşlik düşüncesi, artık bir ideolojiye dönüşmüştür.
Hedef açıktır: iktidar.
Başkaldırı için öznel koşullar da oluşmuş; halk, önderlerini bulmuştur.
Şeyh Bedreddin isyanı, Osmanlı tarihindeki en büyük toplumsal ve ideolojik temelli ayaklanmalardan birine dönüşecektir. Belki de Dünya tarihinin!
Bu isyan yalnızca siyasi bir başkaldırı değil, aynı zamanda eşitlikçi, sınıfsız ve ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal düzen arayışının eylemsel ifadesidir.
İsyan, 1416 yılında patlak vermiştir.
Bedreddin’in; göçebe Türkmenler, Rum köylüler ve Musevî topluluklar arasında güçlü bir karşılık bulması, Fetret Devri’ni atlatmaya çalışan Osmanoğulları’nı zor duruma sokmuştur.
.***
Farklı aktarımlar da vardır ama Şeyh Bedrettin’in yaşamı ve eylemlerine ilişkin izlediği yolu, çoğunlukla torunu Hafız Halil’in yazdığı Menâkıbnâme, Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde Derviş Ahmet (1400-1484) ve Bizanslı tarihçi Egeli Mihail Doukas (1400-1462?) gibi kaynaklardan izliyoruz.
Hafız Halil Şeyh Bedrettin’in oğlu İsmail’in oğludur. Kosova Savaşına katıldığı bilinir (1448). Dedesinin hayat hikayesini yazmıştır.
Yakın dönem tarihçilerinin de bu konuda çok değerli araştırmaları vardır.
Şeyh Bedrettin’in, bugün Yunanistan topraklarında bulunan Samona (Simavna) kasabasında, muhtemelen 1359 ya da 1365 yılında doğduğu kabul edilir.
Günümüzde Edirne’de yapılmakta olan tarihsel Kırkpınar güreşlerinin ilk kez bu kasabanın kırında yapıldığı söylenir.
Menâkıbnâme’ye göre babası İsrail Bey, Endülüs’ten İslam âlimi diye gelmiş, kendisini Müslüman Türk olarak tanıtmıştır. İsrail Bey’in anne tarafından Yahudi olduğu rivayet edilir.
1361’de Osmanoğulları’nın Edirne ve çevresini fethine katılan İsrail Bey, fethedilen kalenin komutanının, tekfurun kızıyla evlenmiştir.
Samona/Simavna- Bugün Yunanistan Topraklarında bulunan Ammovouno kasabası
Hristiyan Rum iken Müslüman olan bu kadın “Melek Hatun” adını almıştır.
Bedrettin bu evlilikten doğar.
İsrail Bey’e burada kadılık görevi verildiğinden Bedrettin, “Simavna Kadısının Oğlu” olarak anılmıştır.
On dokuz Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Bilal Dindar’ın yazdığına göre, İsrail Bey’in kökeniyle ilgili başka bir bilgi daha vardır:
İsrail Bey, Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’un torunu olduğu söylenen Abdülaziz’in oğludur.
Bedrettin’in annesi konusunda farklı bir bilgi bulunmaz: Rum asıllı bir Hristiyan iken Müslüman olmuş Melek Hatun’dur.
Babasının mesleği dolayısıyla “Simavna Kadısının Oğlu” (İbn Kādî-i Simavna) adıyla tanınmıştır.
Edirne’nin Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine (1361–1362) ailesi Edirne’ye yerleşmiştir.
Ancak Bedreddin’in soyunu Selçuklu hanedanına bağlamaya çalışılmasını, tarihçi Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1888–1977) kuşkuyla karşılamış ve bunun siyasî amaçla uydurulmuş olabileceğini öne sürmüştür.
Tarih araştırmacısı Orhan Şaik Gökyay (1902-1994) ise Bedreddin’in babasının kadı değil, Trakya fatihlerinden Hacı İlbey’in yanında Dimetoka ve çevresini fethe giden savaşçı gazilerden biri olduğunu iddia eder.
İsrail Bey’e “kadı” denmesinin bir yanlış anlamadan kaynaklandığını, “gazi” sözcüğünün zamanla “kadı” şekline dönüştüğünü ileri sürer.
Bedrettin, ilk öğrenimine babasının öğrencisi olarak Edirne’de başlamış; Bursa, Konya, Suriye gibi merkezlerde eğitim görmüş, Kahire’de tasavvufu, Tebriz’de ise Bâtınî inancını öğrenmiştir.
Batınî inancı, İslam düşüncesinde, özellikle tasavvuf ve felsefî gelenekte, zahiri (görünür, dış anlam) bilgilerin ötesinde, batın (içsel, derin, gizli) anlamları olduğunu ileri süren bir anlayışı ifade eder.
Tebriz’den Kahire’ye dönüşünde “şeyhlik” unvanını alan Bedrettin, bu süreçte kendi özgün düşünce sistemini oluşturmaya başlamıştır.
Çocukluğunu çok kültürlü (Yahudi, Hristiyan) bir ortamda geçirmesi, aldığı eğitimle birleşince, ona bambaşka bir düşünce ve eylem sentezi kurma imkânı vermiştir.
Osmanlı dönemi Edirne
***.
Şeyh Bedrettin, artık devrinin en yetkin âlimlerinden biri olmuştur.
Dönemine göre farklı ve genele ters düşünce ve önerilere sahiptir.
1397 yılında Anadolu’ya dönüşünde, önce Karaman (Konya) ve Germiyan (Kütahya) beyliklerine gider. Gittiği her yerde saygı görür, düşüncelerini yayma imkânı bulur.
Zaten dolaştığı bölgeler, onun fikirlerine yatkın bir zemin oluşturmaktadır.
Bu dönemde özellikle Germiyan Beyliği topraklarında, Sünnilik dışı — Batınî eğilimli topluluklar bulunmaktaydı.
Domaniç (Kütahya ilinde) ve çevresi de bu tür düşüncelere açık Türkmen nüfusun yoğun olduğu bir bölgeydi.
Bedrettin Kütahya’dan Menderes Vadisi’ne iner. Nehir boyunca ilerleyerek Aydın’a ulaşır.
Yolu üzerindeki Nizar köyünde, Börklüce Mustafa ile tanışır. Muhakkak ki farklı düşünceleri olmadığını fark ederler. Mustafa şeyhini bulmuştur!
Nizar köyü; ya B.Menderes ovasına bakan Nysa antik kenti yakınlarında ya da Tire yakınlarında K.Menderes ovasına hakim bir konumdaki Eğridere köyü olması olasıdır.
Nizar’ın ardından Tire üzerinden İzmir’e geçer.
İzmir’e varan Bedrettin, kentin Bey’i İzmiroğlu Cüneyt Bey’in konuğu olur (1405).
Kendisi de özgürlüğüne düşkün bir önder olan Cüneyt Bey, eşitlikçi bir toplum düzeni öneren Şeyh Bedrettin’i büyük bir ilgiyle ağırlar.
İki aykırı kişilik, bu buluşmada güneş altında pırlanta gibi parlayan İzmir Körfezi karşısında, kim bilir neler konuşmuştur?
Cüneyt Bey de Osmanlı’ya başkaldıran bir önderdir ama Şeyh’in ideolojisinin peşinden gitmez. İsyancı Börklüce ve Torlak Kemal’in yanında durmaz.
Kırk yaşlarında, ateşli ve tutkulu düşüncelere sahip olan Bedrettin, muhtemelen sırtında yün hırkasıyla İzmir’den Sakız Adası’na geçer.
Buradaki Hristiyan nüfusa da ilgi çeken, yoksullara çarpıcı gelen fikirlerini anlatır.
Şeyh Bedrettin ve müritleri-Temsili resim
Sakız adalılar da onu dikkatle dinler: “Tanrı birse, herkes birdir, eşittir. Müslümanı da Hristiyanı da Musevisi de”.
“Yeryüzü cenneti midir bu!”
Kimileri daha sonra Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in isyanına katılacaktır.
Bedrettin geri dönüşünde, Kütahya ve Domaniç üzerinden Bursa’ya yönelir.
Bu yolculuk sırasında, “Sürme” köyünde Torlak Kemal ile tanışır.
Herhalde uzun uzun konuşmalarına gerek kalmaz. Gözleriyle, emelleriyle anlaşırlar.
Belki de bu tanışmalar, sessiz bir örgütlenmenin başlangıcıdır.
Torlak Kemal de şeyhini bulmuştur!
Bedrettin’in görüşlerini benimseyen Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, kısa süre içinde halkı harekete geçiren öncü liderler haline gelecektir.
Bakalım ufukta neler görünüyor, görünecek!
Yünler eğrilecek, hırkalar örülecek, gönüller coşacak, yumruklar sıkılacak, ateşler yakılacaktır.
(Devamı bir dahaki yazıda)
Sefa Taşkın
12.07.2025
Dikil/İzmir