Sana Göre Haber

Devlet ve PKK Arasındaki Uzlaşmanın Perde Arkası

Türkiye medyasının önemli bir kesimi, gelişmeyi şu şekilde yansıttı: 1984 yılında Eruh-Şemdinli baskınları ile terör eylemlerine girişen PKK, 11 Temmuz’da silahları bırakarak “Türk-Kürt barışına” zemin hazırladı!

Ancak bu tasvir, gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. PKK’yi yalnızca 1984 ile başlatmak, ki bu resmi devlet belgelerinde de sıklıkla görülen bir yaklaşımdır, örgütün 1984 öncesi dönemde, bilhassa 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye’nin doğusundaki Türk ve Kürt sosyalistlere yönelik katliamlarını ve bölgedeki diğer sosyalist yapıları ortadan kaldırmasını görmezden gelmek anlamına gelir.

Mevcut durumu bir “Türk-Kürt barışı” olarak tanımlamak ise öncekinden çok daha ciddi bir yanılgıya yol açmaktadır. Zira Türkler ile Kürtler arasında bir savaş yaşanmadı ki bir barış söz konusu olsun. Yarım asırlık terör sürecine rağmen, aynı şehirde, mahallede ve hatta apartmanda yaşayan Türkler ile Kürtler arasında bir düşmanlık oluşmadı. (Dünyada çok daha azıyla iç savaşların patlak verdiği ülkeler bulunmaktadır.)

Bu sebeple, yaşananlar bir Türk-Kürt uzlaşması değil, doğrudan bir devlet-PKK mutabakatıdır.

**ÖCALAN’IN 2013 YILINDAKİ YÖNLENDİRMESİ**

İlk etapta 30 PKK mensubunun silah bırakması ve bu sürecin 30’ar kişilik gruplar halinde devam edeceği bilgisi, meselenin özü bakımından kayda değer bir gelişme değildir. Bunun nedeni, PKK’nin ana askeri gücünün geçtiğimiz yıllar içinde kademeli olarak Suriye’ye intikal etmesi ve örgütün PYD/YPG ve sonrasında SDG’ye dönüşmüş olmasıdır.

Abdullah Öcalan, 2013 yılındaki bir önceki açılım döneminde, bir Türk devlet yetkilisinin de bulunduğu bir ortamda, Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla Kandil’e bir talimat göndermişti. Öcalan, “Artık mücadelenin asıl merkezi Suriye’nin kuzeyidir” diyerek, “örgütün o bölgeye geçmesi gerektiğini” belirtmişti.

Sırrı Süreyya Önder ise daha sonraki bir görüşmede bu talimatın yerine getirildiğini Öcalan’a şu sözlerle rapor etmiştir: “Sizin Suriye konusundaki serzenişlerinizi Kandil ile paylaştık. (…) Şu anda 10 bin ila 15 bin arasında bir gücün orada konuşlandığını ve bu sayıyı çok kısa sürede 20 binli rakamlara çıkarabileceklerini ifade ettiler.”

Öcalan’ın bu rapora yanıtı, “30 bin de 40 bin de olabilir,” şeklinde olmuştur (Abdullah Öcalan, İmralı Notları, s.68). Nitekim öyle de oldu; aylar sonraki bir başka görüşmede Öcalan, 70 bin kişilik bir güçten söz ediyordu.

**ERDOĞAN VE ÖCALAN’IN TAVİZ VERMEDİĞİ NOKTALAR**

Zaten o açılım sürecinin sona ermesinin temel sebebi de Kuzey Suriye meselesiydi. Bu bilgiyi de yine devlet yetkilisinin huzurunda yapılan heyet-Öcalan görüşmelerinden aktaralım.

Sırrı Süreyya Önder, dönemin Başbakanı Erdoğan ile yaptığı görüşmeyi Öcalan’a iletirken Erdoğan’ın şöyle dediğini aktarmıştır: “Benim tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir oluşuma kesinlikle müsaade etmeyeceğim.”

Buna karşılık Öcalan’ın tepkisi ise şöyle olmuştur: “(Sinirlenerek) Sen de ona ilet. Biz de Kürtleri merkezi Suriye devleti içinde asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir.” (İmralı Notları, s.179)

Bu gelişmeler ışığında şu soruyu sormak gerekiyor: İdlib’de ABD ve Türkiye tarafından desteklenen gruplar 27 Ekim’de Şam’a yönelik bir yürüyüş için son hazırlıklarını yaparken ve Bahçeli 1 Ekim’de DEM’li siyasetçilerle tokalaşıp 22 Ekim’de “Öcalan TBMM’ye gelip konuşsun” diyerek süreci tetiklerken, kırmızı çizgisinden feragat eden taraf Erdoğan mı yoksa Öcalan mı oldu?

**GÖRÜNENİN ARDINDAKİ GERÇEKLER**

Elbette, PKK’nin silah bırakmasına sağduyulu hiçbir bireyin karşı çıkmayacağı aşikardır. Fakat geleceğimiz ve Türk-Kürt birliğinin selameti açısından, sahnenin önünde sergilenenle yetinmeyip perdenin arkasında gerçekte nelerin döndüğünü sorgulamak hayati önem taşımaktadır. Daha üç gün öncesine kadar “siyaset yapan HDP/DEM’e” dahi tahammül gösteremeyen, partilerini kapatma girişimlerinde bulunan, milletvekillerini TBMM’den atmak isteyen Cumhur İttifakı’nın, nasıl olup da üç gün içinde 180 derecelik bir politika değişikliğine gittiğini irdelemek gerekir. Bu sorgulama, her açılım girişiminin ardından beliren yeni “hasımlıkları” engellemenin de bir gereğidir.

Asıl önemli olan, dış politikadaki gelişmeleri iç siyasette kullanarak iktidarını pekiştirenlerin ve bu durumu yeni ittifaklarla devleti ve rejimi yeniden şekillendirmek için bir araç olarak görenlerin planlarını deşifre edebilmektir. Bu sebeple, bu yazının “Yeni Ortadoğu için yeni PKK” başlıklı bir önceki makaleyle birlikte okunması, konunun bütüncül bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Exit mobile version