İyi kitaplar, hayata tıpkı özenle bakılan alımlı yüzler ve izler gibi derin bir anlam katmanı ekler. Eserlerini Muhit Dergisi üzerinden takip ettiğim değerli Meral Afacan Bayrak, geçtiğimiz haftalarda okuruyla yeni buluşan, her biri büyük bir emek ve incelik ürünü olan iki kitabını tarafıma ulaştırdı. Bu kıymetli eserleri kütüphanemdeki yerlerine yerleştirmeden önce, başucumda onlara özel bir yer ayırarak okumaya koyuldum.
Meral Hanım’ın eserleriyle olan yolculuğuma ilk olarak, Mayıs ayında Klaros yayınlarından çıkan “Biz Hep Çiçek Açarken” ile başladım. 51 sayfalık bu kitap, on bir öyküden müteşekkil ve daha ilk anlatıdan itibaren yazarın kimseye benzemeyen, özgün üslubu dikkatleri üzerine çekiyor. “Alışma Talimleri” ismini taşıyan açılış öyküsü, adeta bir zihin egzersizi niteliğinde. Bir AVM önünde yitirdiği telefonunu geri almak için mağazanın açılmasını bekleyen karakter üzerinden, zamanın algıyla harmanlandığı ve geçmişe yapılan yolculuklarla tabiatın teknolojinin önüne geçirildiği bir anlam arayışı sunuluyor. Metinlerde özellikle devrik cümlelerin kullanımıyla, Cahit Zarifoğlu’nun şiirde başardığına benzer kesik ritimli bir koşu hissi yaratılıyor. Bu üslup tercihinin, Afacan’ın yazınsal kimliğinin temel bir özelliği olduğu ilerleyen sayfalarda daha da belirginleşiyor. Hâkim bakış açısıyla kaleme alınan öykülerde, izlenimler yer yer şüpheyi merkeze alan kesik bir soluk gibi, iç monolog tekniğiyle okura aktarılıyor. Bu açıdan Meral Hanım’ın kaleminin şiire ne denli yakın olduğunu veya öykülerinin mensur şiirle komşu durduğunu ifade etmek gerekir.
İkinci öykü olan “Saadet Ocağı”, geçmişle bugün arasında gidip gelen sancılı bir süreci işliyor. Aile sevgisinden mahrum kalmış bir gencin hatada ısrar etmeyip yükselişini ve ulaştığı noktadan geçmişini sorgulamasını konu ediniyor. Bu öyküde de kalbime işlediğim şiirsel cümleler mevcut (s.14); “Bir hayalimiz olsun dedi, annesi, “Haydi varsayalım; eski zaman işi dedikleri, rengârenk çiçeklerle nakışlı, bizzat maharetli ellerden çıkma, beyaz patiskadan, kıyısı türlü biçim dantelalarla tutturulmuş, hayli süslü yastıklar var. Tertemiz, sakız gibi nevresimlerle, lavanta kokuları içinde atlas yorganlar arasındayız. Gailesiz –yummuşuz gibi- gözlerimizi, derince olmayan, dizi bulmayan, berrak ırmaklarda gezinir gibi. Hafif bir bahar esintisini de hissederek uykulara dalıyoruz.” Gerçekten demiş miydi ona?”
Bu samimi ve bizden öyküler, okurun içine işliyor. “Zamana Karışanlar”, “Azize’nin Baharla İmtihanı”, “Bir Patikada” ve kitaba ismini veren “Biz Hep Çiçek Açarken”i okurken, içimize ve neredeyse her günümüze temas eden o tanıdık sıcaklığı hissediyoruz. Deneme ve mensur şiir lezzetindeki bu anlatıları yudumlarken, sanki daha dün aynı yollardan geçmiş olan kalbimizin bilgeliğine başvuruyoruz. “Muhabbeti Mayalar Gibi” başlıklı öyküde ise doğal ürünlerini sokakların beğenisine sunan bir insanın yaşadığı kalp kırıklığına ve bir tartışmanın içine sürüklenişine tanıklık ediyoruz.
“Candan, yürekten çekilen bir besmele kadar güzel bir anahtar görmedim hayatımda” (Eşikler ve Güller Nârına, s. 72)
Elime aldığım ikinci kitap Meral Hanım’ın “Eşikler ve Güller Nârına” adlı eseriydi. Bu kitaptaki öyküler bir öncekine kıyasla daha uzun olmakla birlikte, şiirsel betimlemeler aynı hızla devam ediyor. Kitabın ilk öyküsü “Sessizken Güneş Çıkardı”, bir olay örgüsü içinde başlıyor hissi yarattığından kendimi bir üslup değişikliğine hazırlamıştım; fakat iki kitap arasında yazarın yazma tavrı açısından çok az bir farklılık bulunuyor. Esere adını veren öykü ise kitapta ikinci sırada konumlandırılmış.
“Rüzgâr ve Kemikaze” öyküsü, Banu ve Selim karakterleri aracılığıyla hayata bir pencere açıyor. Gözlemci bakış açısı bu öyküde daha baskın bir tonda kendini göstererek bir liralık kalp kırıklıklarının ardındaki perdeyi aralıyor. Yanından geçtiğimiz, hatta fark etmediğimiz bazı ayrıntılar satırlarda içselleştiriliyor. “Adada Sakin Bir Gün”, betimlemelerle dokunmuş deniz yollarını ana karakterin Nazan’a yolculuğuyla zenginleştiriyor; sıkça yaşanan ayrılıkların son buluşma niyetini taşıyan bu öykü, içinde değerli mesajlar barındırıyor. “Nokta Gibi”, bir vedanın ardında bıraktığı düşünceleri incelerken, ölümü görmezden gelen herkesin, yani hepimizin genzine takılan satırlar sunuyor yazar. “Cennet Hurması”, çekiştirme barındırsa da keyifle okunan bir komşu sohbeti, zira günümüzde gerçek komşuluklar kalmadığı için hasretle andığımız apartman kavgaları da artık yok. “Fesleğenler”, Peyami Amca ile Damla arasındaki ilişkiyi bir fesleğen motifi üzerinden anlamlandırırken, “İncir Kurusu ve Çay” bir iş çıkışı yorgunluğunu, bir dostun sesi eşliğindeki detaylarla güzelleştiriyor. “Alabalık Efsanesi”, yıkılmış bir bina üzerine yapılan yorumlardan yola çıkarak kişileri ve onların bilinçaltını çözümlemeye davet ederken, “Yara İzindeki İşaret” ise bir teşhisle birlikte gelen içsel bir şifa yolculuğuna odaklanıyor.
“İnsan sevdiklerine, yorulduklarına nasıl bir çizgi çeker gibi yapabilir? Yapamaz. O yüzden yorgun olur bazıları (s. 41)” cümlesinin felsefesini temel alan ve pek çok yorgun insanın kendinden bir iz bulacağı “Sen Yoğun Bakımdayken” öyküsünü ve kitabın son metni olan “Aklımda Limon Var”ı özellikle çok beğendim. Balığın yanında alınması gereken bir limon, ana karakteri Dilber’e seslenmeye, onunla içsel bir sohbete yönlendiriyor ve öykü mektup tadında ilerliyor. Bu sessiz ancak kelimelere dökülen sohbete yoğun bir duygu seli eşlik ediyor.
Genel olarak Meral Hanım’ın öyküleri, bireyin iç dünyasına odaklanıyor. Okur, kendini zaman zaman bir olay akışının içinde bulsa da aniden bir ruhsal devinime sıçradığını fark ediyor. Bu anlatılar, büyük ölçüde iç hesaplaşma, gözlem ve muhakemenin süzgecinden geçiyor. Her birini büyük bir keyifle okudum. Yazarın kaleminin gücü daim, sözünün keskinliği baki olsun.