Sana Göre Haber

Algılarımızla Başkalarını Nasıl İnşa Ederiz?

Gündelik hayatımızda hem çocuklarımıza hem de etrafımızdaki yetişkinlere yönelik çeşitli sıfatlar kullanırız ve bu ifadelerin çoğu etiketleme veya yaftalama niteliği taşır. Örneğin, çocuklarımızı yaramaz, inatçı ya da hırçın olarak nitelendirirken, bazı arkadaşlarımızı da çıkarcı olarak görürüz. Peki, bu tür damgalamalar ne ölçüde gerçeği yansıtmaktadır?

Çevremizdeki bireylerin kendilerine özgü kişilik özellikleri olsa da, onları belirli bir dereceye kadar biz şekillendirir, hatta tabiri caizse yaratırız. Bu tür bir etkileşim biçimine “karşımızdakini oluşturmak” adını veriyorum. Bu konsept, ‘eğitmek’ kavramından farklıdır çünkü ‘karşımızdakini oluşturmak’ eyleminde, bilinçli bir çaba olmaksızın, farkında olmadan karşı tarafın davranışlarını yönlendirmek mevcuttur. Bay K örneği, bu konuyu daha iyi aydınlatacaktır.

BAY K

Brecht’in bir eserindeki karakterlerden Bay K, şu ifadeyi kullanır: “Biriyle tanıştığımda, zihnimde onun bir taslağını oluşturur ve ardından o kişiyi bu taslağa uydururum.” Kendisine “Taslağı mı kişiye uydurursun?” sorusu yöneltildiğinde ise, “Hayır, kişiyi benim taslağıma uydururum” şeklinde yanıt verir. Büyük sanatçı Brecht, bu diyalog aracılığıyla oldukça mühim bir duruma işaret etmektedir.

Bir şirkette çalıştığınızı ve bölümünüze Kâmil Bey isminde yeni birinin atandığını varsayalım. Kendi kariyer geleceğiniz açısından onu bir tehdit olarak algıladınız. Bu durumun yarattığı kişisel endişeler neticesinde, Kâmil Bey’i “ukala” şeklinde etiketlediniz. Başka bir deyişle, Kâmil Bey hakkındaki zihinsel taslağınızı en başından itibaren ‘ukala’ bir karakter üzerine kurdunuz. Bu yeni iş arkadaşınızın sergilediği 30 farklı davranıştan yalnızca bir tanesi gerçekten ukalaca olsa bile, seçici algınız nedeniyle özellikle bu davranışına odaklanırsınız. Zamanla, ona dair oluşturduğunuz bu ‘ukala’ taslağını daha da belirginleştirirsiniz. Sonuç olarak, ona ‘ukala’ymış gibi davranmaya başlarsınız ve o da size karşı gerçekten ukalaca tavırlar sergiler. Zira onu bu şekilde davranmaya yönlendiren siz olursunuz. Böylece, onu kendi önyargılarınıza göre şekillendirmiş olursunuz. Fakat Kâmil Bey’in gelişinden endişe duymayan başka bir departmandaki çalışanlar ona bu şekilde davranmayacağı için, Kâmil Bey de onlara karşı ukalalık yapmaz; bu tavrını yalnızca size yöneltir.

ÇOCUKLARI OLUŞTURMAK

Çocuklarımızın davranışlarını “eğitim” başlığı altında genellikle bilinçli olarak yönlendirmeye gayret ederiz, ancak onları farkında olmadan da etkileriz. Buna bir örnek olarak, sabah çocuğunu anaokuluna getiren bir annenin yaşadığı olay verilebilir. Bu veli, kapıda öğretmenle konuşarak çocuğunun küfürlü bir sözcük kullandığını, bu ifadenin evde kesinlikle konuşulmadığını ve muhtemelen sınıftaki bir arkadaştan öğrenildiğini söyleyerek dikkatli olunmasını istedi. Tam o sırada oğlu, annesinin kolundan çekiştirip, “Anne babam bazen arabada diyor” diyerek durumu açıkladı ve anne mahcup bir duruma düştü. (Bu tarz hassas konuların kapı önünde konuşulmasının da başlı başına bir hata olduğu unutulmamalıdır.)

Genellikle iki ile dört yaş aralığındaki çocuklarımıza “inatçı” etiketini yapıştırırız. Oysa çocuğun bu tavrı, özerkliğini kazanma çabasının bir parçası olabilir. İnatlaşma tek taraflı bir eylem değildir; bir duvarla inatlaşamayacağınıza göre, bu durum için iki tarafın varlığı şarttır. Bu da demektir ki, aslında siz de çocuğunuzla bir inatlaşma içerisindesiniz. Dolayısıyla, çocuğu inatçı olarak nitelemek, yüzeysel bir çözüm ve bilimsel dayanaktan yoksun bir yaklaşımdır.

Çocuklarımızın şımarık olduğu kanısına vardığımız zamanlar da olur. Fakat bir çocuk ne kendiliğinden ne de çok sevildiği için şımarır. Şımarıklığın asıl nedeni, ebeveynlerin tutarsız davranışları ve gerekli sınırları belirlememeleridir. Annemin de dediği gibi, “Çocuk aziz, terbiyesi daha aziz.” Bir yandan çocuğa bolca sevgi gösterirken diğer yandan ona sağlıklı sınırlar çizmek pekâlâ mümkündür.

Benzer şekilde, ‘hırçın’ olarak etiketlenen çocuklar da mevcuttur. Bu da hatalı bir yaklaşımdır, zira bir çocuğun hırçınlığı içsel bir durumdan ziyade dışsal faktörlerin bir sonucudur; çocuk bu davranışı kendisi yaratmaz, adeta dışarıdan ithal eder. Bu durum, denizin dalgalanmasına benzetilebilir: Deniz de kendi hırçınlığını üretmez, bu durum rüzgârın bir etkisidir. Eğitim alanında temel bir prensip bulunur: Bir çocuğun sergilediği her türlü disiplin sorunu, aslında bir imdat çağrısıdır. Eğer çocuğun bu ‘frekansını’ yakalayıp altında yatan temel problemi kavrayabilirseniz, disiplin sorununu da ortadan kaldırabilirsiniz. (Frekansı yakalamak meselesiyle ilgili olarak iki hafta önce yayımlanan yazıma göz atılabilir.)

YÖNETİCİLERİ OLUŞTURMAK

Dünya genelinde bazı toplumların sürekli demokratik liderler tarafından yönetilirken, diğerlerinin başına diktatörlerin geçmesi dikkat çekicidir. Bu olgunun pek çok sebebi olmakla birlikte, en önemli etkenlerden biri şudur: Her toplum, kendi yapısına ve beklentilerine uygun bir lider talep eder ve bir nevi kendi yöneticisini kendisi yaratır. Dolayısıyla, bir ulusun demokratik ya da diktatöryel liderler tarafından yönetilmesi rastlantısal bir durum değildir. Aksine, her toplum arzu ettiği ve hak ettiği liderler ile rejimler tarafından idare edilir.

Klasik lider profilinin dışında, çok yönlü bir vizyona sahip olan Atatürk’ün vefatının hemen ardından, Türk toplumunun mühim bir bölümü yeni bir ‘baba’ figürü arayışına yöneldi. Bu arayış, bilimi rehber edinen ve demokratik ilkelere bağlı bir liderden ziyade, geleneksel bir ‘baba’ figürüne yönelikti. Aranan bu figür, bir yandan koruyucu ve kollayıcı, diğer yandan ise otoritesini hissettiren, gerektiğinde kulak çeken bir yapıdaydı. Demirel, bu role uygun bir aday olarak öne çıktı. Daha sonra Özal, “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz” sözleriyle farklı bir baba figürü olarak ortaya çıktı. Toplumun bir kesimi, kontrol altında tutulabilecek bir ‘padişah’ arzuluyordu. İlk bakışta zararsız görünen bu talep, zamanla bilimden ve hukuktan uzaklaşılmasına ve toplumun kendi diktatörünü yaratmasına zemin hazırlayabilir.

Exit mobile version