Yiyeceklerle olan bağımız, artık sadece damaklarımızda değil, aynı zamanda ekranlarımızda şekilleniyor. Geçtiğimiz yıllar içerisinde gastronomiye yönelik yaklaşımımız temelden bir dönüşüm geçirdi. Önceden iyi bir yemeğin kriterleri oldukça netti: Nitelikli ürün, zanaatkarlık ve yöresel özgünlük. Ancak günümüzde çatalımızı kavramadan evvel akıllı telefonlarımıza uzanıyoruz. Zira yemek artık sadece tüketilen bir şey olmaktan çıkıp, adeta bir sahne performansına dönüşmüş durumda.
Bu metamorfozun itici gücü hiç şüphesiz sosyal medya. Yapılan araştırmalar, insanların %77’sinin yiyecek tercihlerini sosyal medyada gördükleri içeriklere dayanarak yaptığını ortaya koyuyor. Artık bir restorana gitmeden evvel menüsü yerine Instagram profili mercek altına alınıyor. Kullanılan ışık, fotoğraf açısı, duvarların rengi ve masa örtüleri gibi detaylar öncelik kazanıyor. Örneğin, Boston’daki Boston Chops adlı restoran, sırf Instagram için ideal fotoğrafların çekilebileceği, 10 bin dolarlık bir maliyetle özel bir masa tasarlatmıştı.
Bu tür yenilikçi adımlar dikkat çekici olsa da, çoğu zaman “lezzet” faktörünü ikinci plana atabiliyor. Fakat bahsettiğim konu, estetik bir kaygının ötesinde bir durum. Bu, yemeğin özündeki anlamı değiştiren, köklü bir paradigma kaymasını işaret ediyor. Lezzet, artık duyusal bir deneyimden çok, dijital bir içerik formatı halini aldı. Sürekli bir tatmin yerine anlık ve geçici etkileşimler hedefleniyor. Bir tabağın lezzetinden ziyade, görüntüsünün ne kadar paylaşılabilir olduğu tartışılıyor. Sonuç olarak, görsel çekiciliği zayıf olan bir yemek, ne denli kaliteli hazırlanmış olursa olsun, ilgi odağı olmaktan uzak kalabiliyor.
**GÖRSELLİĞİN HÜKMÜ: ŞEFİN YENİ ROLÜ**
Günümüz şeflerinin görevi, sadece yetenekli bir aşçı olmanın çok ötesine geçti; artık birer marka yöneticisi, narratif yaratıcısı ve içerik üreticisi olmaları bekleniyor. Ünlü şef Massimo Bottura, bir yemeği için “Bu, anneme adanmış bir mektuptur” ifadesini kullandığında, tüketiciler olarak bizler aslında bir lezzeti değil, o lezzetin arkasındaki hikâyeyi satın almış oluyoruz. Benzer şekilde, Dominique Crenn’in menüleri şiirsel ifadelerle dolu olsa da, misafirlerin aklında kalan genellikle tabağın içeriğinden çok onun yarattığı imge oluyor.
Bu gösteri odaklı dil, şefin profilini yükseltirken, yemeğin kendisini şeffaflıktan ve doğallıktan uzaklaştırıyor. Hatta bazı Michelin yıldızlı restoranlar dahi, her detayın aşırı kontrollü ve kurgusal olması nedeniyle artık “ruhsuz” olarak nitelendirilebiliyor. Halbuki lezzet, doğası gereği anlık ve spontane gelişen bir olgudur. Bu denli özenle tasarlanmış tabaklarda, gerçek duygunun kendine yer bulması pek de mümkün olmuyor.
Ancak bazı şefler bu gidişata şu sözlerle karşı duruyor: “Yemek tabakta değil, ağızda takdir edilir.” İlk bakışta basit görünen bu ifade, günümüz gastronomi atmosferinde neredeyse radikal bir duruşu temsil ediyor. Çünkü artık topluca tat almaktan çok, bir tadı nasıl sergileyeceğimizi öğreniyoruz.
**ALGORİTMA MI, TAT MI?**
Bu görsel ağırlıklı yemek dili, zamanla sınıfsal bir ayrımın da dili haline geliyor. Binlerce liralık akşam yemekleri, birer sosyal statü gösterisine evriliyor. Bir restoranda yemek yeme eyleminden daha değerli olan şey, o mekânda bulunulduğunu kanıtlamak oluyor.
Bu eğilimin belki de en rahatsız edici tarafı şudur: Yemek, tarih boyunca insanları bir araya getiren, eşitlikçi bir ritüel olmuştur. Aynı kazandan yemek yemek, aynı sofrayı paylaşmak, kültürel bir birleşme anıydı. Günümüzde ise “fine dining” olarak adlandırılan ritüeller, bu birleştirici gücü aşındırıyor. İyi yemeğe ulaşmak artık herkesin doğal hakkı olmaktan çıkıyor; bunu “hak etmek” için sadece gelişmiş bir damak zevki değil, aynı zamanda ciddi bir bütçe ve belirli bir sosyal çevre de zorunlu hale geliyor.
Bu durum, kaçınılmaz olarak şu soruyu gündeme taşıyor: İyi yemek hâlâ lezzetle ilgili bir kavram mı, yoksa tamamen bir erişim meselesine mi dönüştü?
Şahsi kanaatimce, iyi yemek hâlâ mevcut, fakat onu keşfedebilmek için etrafımızdaki gösterinin gürültüsünü biraz kısmamız gerekiyor. Kaşığın tabağa değdiğinde çıkardığı o basit sesin yeniden duyulması lazım. Yemeğin tekrar bir paylaşım vesilesine; bir samimiyete, bir bağa ve sadeliğe dönme potansiyeli var.
Belki de kendimize tekrar şu soruları yöneltmeliyiz: Lezzet, ne zamandan beri sadece lezzet olmaktan çıktı? Ve bizler, bu büyük sahnede gerçekte neyin arayışı içindeyiz?