Sana Göre Haber

Bir Ulusun Doğuşu: Lozan’daki Egemenlik Mücadelesi – 1

24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi ve büyük bir diplomatik zaferi olarak tarihe geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan genç Türk Devleti, bu antlaşma ile onurlu bir şekilde bağımsızlığını ve özgürlüğünü uluslararası topluma kabul ettiren dünyadaki tek ülke olma özelliğini taşır. Emperyalizme karşı verilen ‘Kurtuluş ve Kuruluş’ savaşının bu kritik diplomatik aşamasında, Lozan’da yaşananları inceleyelim.

Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Lozan yolculuğu öncesinde Osmanlı döneminin tecrübeli bir bakanından fikir alır:
“Ben acemi bir diplomatım, sizin engin deneyimleriniz var, bana ne söyleyebilirsiniz?” diye sorar. Babıâli’den yetişmiş bu bilge şahsiyetin İsmet Paşa’ya cevabı şu olur:
“Bana akıl sorma. Ne düşünüyorsan onu yap. Bizim boynumuz Batı karşısında hep eğikti. Karşımızdakinin güçlü, bizim güçsüz olduğumuz bilinci benliğimize işlemişti. Hep alttan alırdık. Siz ise zaferin insanlarısınız.” Bu tespit, Lozan’daki duruşun temelini oluşturmuş ve Baş Delege İsmet Paşa bu özgüvenle yola çıkmıştır.

Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16.00’da, Lozan’daki Mont Benon Gazinosu’nda toplandı. Toplantı, tarafsız İsviçre Konfederasyonu Başkanı Habab’ın konuşmasıyla başladı. Masanın bir tarafında Türkiye, diğer tarafında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) Devleti yer alıyordu. Mağrur İngiliz Lordu Curzon’dan sonra söz alan İsmet Paşa, açılış konuşmasına şu net ifadeyle başladı:
“Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!”
Lozan Antlaşması Baş Delegesi İsmet Paşa, antlaşmadan insanlık ve barış adına beklentilerini ise şu şekilde dile getiriyordu:
“Son yılların olayları insanlığın vicdanında genel barış ve huzurun, devletlerce, birbirlerinin haklarına, özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına karşılıklı olarak saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği kanısındayım. Bu gerçek bir inanç ilkesi halinde yerleştirilmiş bulunduğundan, bu olayların anısı, gelecek için bir barış ve huzur güvencesi olur umudundayım.”

Mahmut Soydan’ın Milliyet gazetesinde 26 Aralık 1929’da yer alan ‘1923, Gazi ve İnkılâp’ başlıklı makalesinde Gazi’den aktardığı aşağıdaki sözler, Lozan’ın başlangıcındaki kazanımlar ve hedefler açısından büyük önem taşıyordu:
“Ölmüş sanılan ulus, mahvolmuş sanılan bu ülke, yeniden bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek bir durum alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, yaşlılarıyla el ele vererek kendisinin cihanda var olduğunu bir kez daha kanıtlayacak harikalar gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olarak Lozan Konferansı’na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler, esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Geçmişe ilişkin hataların gerçek sorumlusu biz değiliz; Türk ulusu değildir. Bu böyle olmakla birlikte dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Ulus ve ülkeyi gerçek bağımsızlık ve egemenliğine sahip kılmak için çalışmak yükümü bizim üzerimizde kalıyor. Lozan’da henüz hiçbir olumlu sonuç yoktur. Fakat bu olumlu sonuç mutlaka olacaktır. Ulus, varlığı için, egemenliği için mutlaka elde etmeye zorunlu olduğu esasları Misak-ı Millî olarak belirgin biçimde tüm dünyaya ilan etti. Misak-ı Millî’nin anlamını bütün cihan onaylamaya zorunludur ki, Türkiye gücüyle, süngüsüyle ve bütün zorunluluğuyla bunu elde etmiştir. Arta kalan şey, maddeten elde edilmiş olan bu şeyin konferansta, salonda, masada, nerede olursa olsun usulen ve resmen onaylanmasından ve ifadesinden başka bir şey değildir. Bu sonuç er geç, mutlaka elde edilecektir! Bütün isteklerimiz haktan ibarettir. Bu hak, en doğal ve en açık haklardandır. Hukukumuz bu denli açık olduktan başka, bu hukuku mutlaka korumak için kudretimiz de vardır, kuvvetimiz de yeterlidir.”

Müzakereleri sürekli Mondros Antlaşması zeminine çekmeye çalışan Curzon’a İsmet Paşa’nın yanıtı netti:
“Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim.” Curzon ise İsmet Paşa’yı “Amatör diplomat. Sen de Lloyd George gibi amatör bir diplomatsın” sözleriyle küçümseyerek onu “En yüksek parayı koparmak için pazarlık yapan fakat verilen fiyata da razı olan bir halı satıcısı” olarak görüyordu.
Curzon, kapitülasyonlardan vazgeçmeyi reddediyor ve “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, bunun yerine başka bir kelime kullanabiliriz” diyerek konuyu sulandırmaya çalışıyordu.
Ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın aşağıdaki ifadeleri, Türk tarafının “kapitülasyon ve esaret” konusundaki net duruşunu gözler önüne seriyordu:
“Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir. Osmanlı ve Hindistan Türk-İslam imparatorlukları bunun kanıtıdır. Kapitülasyonların Türk milleti için ne derece nefret edilecek bir şey olduğunu size anlatamam. Bunları başka biçim ve adlar altında gizleyerek, bize kabul ettirmede başarılı olacağını hayal edenler aldanıyorlardır. Çünkü Türkler, kapitülasyonun devamının kendilerini pek az zamanda ölüme sürükleyeceğini anlamışlardır. Türkiye esir olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadeleye ve savaşmaya karar vermiştir.”

Amerikan delegesi Charles H. Sherill, bir oturumda İsmet Paşa’nın haklı direnişiyle çileden çıkan Lord Curzon’u şöyle anlatır:
“Curzon’un odasına gitmiştik ki, Curzon kızgın bir boğa gibi odasına girdi ve odada yürümeye başladı ve bağırarak: ‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu adi sözcükle yanıt verdi; Bağımsızlık ve egemenlik.’ Curzon’a İsmet Paşa’nın hangi konuda anlaşmazlık çıkardığını sordum: ‘Ekonomik ve hukuki sorunlarda’ dedi.”
Lord Curzon, görüşmelerde “Siz medeni devletlerin hukuk sistemine sahip değilsiniz, o halde Adli Kapitülasyonlar kalmalı. Sizle bir iktisadi anlaşma yaptığımız zaman, sizin bir iktisat kanununuz yok, mecelle ile bu iş yürümez” diyerek üstünlük kurmaya çalışıyordu.
Lozan’a “Tam bağımsızlık ve milli egemenlik” şiarıyla gelen İsmet Paşa’ya, Lord Curzon alaycı bir dille şöyle çıkışıyordu:
“İsmet, sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırana kadar hep aynı havayı çalıyorsun; Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik. Bu sözü duymaktan gına geldi” dedi.

İnönü, Lord Curzon ile aralarında geçen bir diyaloğu şöyle aktarmaktadır:
“Lord Curzon: ‘Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz. Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz.’ ABD temsilcisini işaret ederek: ‘Para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.’ İsmet İnönü’nün yanıtı ise çok netti: ‘Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka alacağız. Bugün biz bunları alalım. Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi yaparsınız.’”

Lozan Antlaşması’nın tıkanma noktasına geldiğinde Lord Curzon’un “Türkiye’nin imza edeceği en iyi antlaşma budur. Eğer imza etmezse, Türkiye düşünsün! Asya’nın görünmez derinliklerinde kaybolur!” sözlerine karşı İsmet Paşa, mağrur ve küstah Curzon’a kararlılıkla, “Memleketi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam” cevabını vermiştir.
“Ben bugüne kadar arkasında ne olduğunu bilmediğim kapıyı açmadım” diyen İsmet Paşa, durumu soran gazetecilere tavrını şöyle açıklıyordu:
“Hangi imtiyazlar, hangi mukaveleler? Hangi koşullar altında verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim. Bunları bana gösteriniz, tetkik edeyim. Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza ediniz, dediler. Reddettim.” Bunun üzerine Türkiye barış görüşmelerini durdurdu ve konferans 4 Şubat 1923’te kesintiye uğradı.

Mahmut Soydan’ın 5–6 Aralık 1929 tarihlerinde kaleme aldığı ‘1923, Gazi ve İnkılâp’ başlıklı Milliyet gazetesindeki makalesi, o günün ruhunu bugüne taşımaktadır:
“Lozan Konferansı, basit bir sorunu çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üç buçuk yıllık sorunlarını çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangıcı çok eski olan bir mücadelenin derin aşamalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Kuşku yok ki, karışık bir dengeyi belirgin bir sonuca ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adil, insancıl bir anlayışa sahip olsalardı, sorun iki günde biterdi. Fakat öyle işe başladılar ki, yüzyılların birikmiş sorunlarını bizden soruyorlar. Bağlaşık Devletleri olumlu bir sonuca varmak istiyorlarsa, mutlaka eski anlayışlarını terk etmek zorundadırlar. Benim gördüğüme göre varılan zemin, sonuçta barışla sonuçlanacaktır. Bütün ulusça arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın çıkarı, hem bizim çıkarımız gereğidir. Herhalde biz, hem kendi çıkarımıza aykırı olan, hem de dünyanın çıkarına uymayan savaşın sürmesine asla yandaş değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye dek çok kezler duyurduk, kanıtladık. Eğer uygarlık dünyası, bizim bu işte ne denli içten olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir engel kalmayacaktır. Fakat eğer barış isteyenlerin fikri, savaş yandaşlarına baskın gelmezse, bütün iyi niyet ve içtenliğimize karşın biz de bu sonucu yazgı ve zorunlu sayacağız, yazgıya bağlı olacağız ve hiç kuşku duymuyorum, bugünkünden daha verimli sonuçlar alacağız.”
Devamı haftaya…
14 Temmuz 2025
Ahmet Gürel
ADD Genel Başkan Danışmanı

Exit mobile version