Ulus-Devletin Çifte Baskı Altındaki Geleceği

İçinde bulunduğumuz emperyalist “yeniden paylaşım” sürecinde, ulus-devlet hem “merkez” hem de “çevre” coğrafyalarda birbiriyle çelişen iki kuvvetin etkisiyle bir dönüşüme uğramaktadır.

BİR TERCİH DEĞİL, BİR YASA

Sermayenin, kendi coğrafi merkezinin ötesine yayılma dinamiği bir seçimden ziyade kaçınılmaz bir yasadır. Gerek aşırı üretim bunalımları ve kâr oranlarını düşüren sınıf çatışmaları, gerekse yeni teknolojilerin ihtiyaç duyduğu maden, enerji ve veri akışı gibi unsurlar, sermayeyi sürekli yeni coğrafyalara yönlendirir. Bu durum tarihsel süreçte sömürgecilik ve emperyalizm olarak tezahür etmiştir ve günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Kapitalizmin genişleme baskısı, 1930’lardan bu yana en yoğun seviyesine ulaşmış durumdadır. Bu durumun arkasında 2008 krizinden sonra kalıcı hale gelen ekonomik durgunluk, dünya ticaretindeki durağanlık ve artan finansal kırılganlıklar yatmaktadır. Bu tabloya iklim krizi, şiddetlenen sıcak hava dalgaları, krize giren tarım ve “Küresel Güney”den merkez ülkelere yönelen göç dalgaları da eklendiğinde, durumun ciddiyeti daha da belirginleşmektedir.

Günümüzde sömürgecilik ve emperyalizm, küresel tedarik zincirleri üzerinde hakimiyet kurma, finansal “şantaj ve şiddet” uygulama, borç tuzakları, yaptırımlar, dijital denetim ve vekâlet savaşları gibi farklı formlarda kendini göstermektedir. Mücadelenin merkezinde artık yalnızca toprak ve ucuz emek gücü değil; lityum, kobalt, yarı iletkenler, “büyük veri” ve su gibi stratejik öneme sahip kaynaklar yer almaktadır.

Bu rekabet ortamında, kapitalizmin ABD, AB ve Japonya gibi çekirdek ülkeleri, mevcut kaynakları garantiye almak ve yenilerine erişmek amacıyla ekonomi politikalarını yeniden yapılandırmaktadır. Bu mücadelenin bir boyutunu Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile Afrika’daki artan nüfuzu oluştururken, diğer boyutunu ise Batı’nın askeri üsler, ticaret blokları ve ekonomik yaptırımlar aracılığıyla verdiği karşılık teşkil etmektedir.

Söz konusu rekabet, “paylaşım alanları” olarak nitelenen bölgelerde stratejik bir gerilime yol açmaktadır. Ukrayna, Sudan ve Suriye gibi vekâlet savaşlarına ve Tayvan, Kızıldeniz ile Sahel bölgesindeki gerilimlere halihazırda şahit olmaktayız. Bu gidişat, çok sayıda yerel çatışmanın birleşip bölgesel veya daha büyük ölçekli bir “büyük savaş”a evrilme riskini de beraberinde getirmektedir.

ULUS-DEVLETE YÖNELİK ÇİFTE STANDART

Bu konjonktürde ulus-devletin stratejik önemi artmaktadır. Kapitalizmin merkez ülkelerinde, sermayenin yeni yayılma dönemine hizmet etmesi amacıyla ulus-devlet hem iç hem de dış politikada yeniden güçlendirilmektedir. Bu doğrultuda sanayi politikalarının yeniden canlandığını, ticaret bariyerlerinin, yatırım denetimlerinin ve baskıcı yöntemlerin arttığını ve milliyetçiliğin tırmanışa geçtiğini görmekteyiz.

Buna karşılık, çevre ülkelerdeki ulus-devlet yapıları ise planlı bir biçimde aşındırılmaktadır. Neoliberal politikaların ekonomiyi uluslararası sermayenin egemenliğine sunması, şirketlerin kamusal alanı işgal etmesi, merkez ülkelerden fonlanan STK’ler, küresel kültür endüstrisinin yayılması ve doğrudan siyasi müdahaleler gibi faktörler, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi istikrarını sarsmaktadır. Bu durum, toplumsal dokunun dağılmasına ve etnik/dinsel temelli bölünmelerin teşvik edilmesine zemin hazırlayarak, emperyalist yeniden paylaşım mücadelesinde yeni fırsatlar yaratmaktadır.

“Küresel Güney”deki liberal aydınların öne sürdüğü “Ulus-devletin sonu geldi”, “Post-nasyonal yönetişim” gibi tezler ve “komünalizm” gibi öneriler de bu zayıflatma sürecine hizmet etmektedir. Emperyalizmi ve bu tür liberal fantezileri eleştirenler ise sıklıkla ulusalcılık veya ırkçılıkla itham edilmektedir. Ancak bu suçlamalar, pratikte emperyalist menfaatler için bir ideolojik kılıf işlevi görmektedir. “Komünalizm” düşüncesi de belirli dini ya da etnik grupların elitlerine iktidar sahası açma ve egemen sınıflarla bütünleşme çabasından başka bir amaca hizmet etmemekte, neticede halkların değil, sermayenin küresel hakimiyeti sonucunu doğurmaktadır.

Emperyalist merkezler kendi devletlerini tahkim ederken, çevre toplumlarının da kendi ulus-devletlerini müdafaa etmesi bir zorunluluk haline gelmektedir. Bağımsız bir ulus-devlet, sermaye hareketlerini kontrol altına alma, gıda egemenliğini sağlama, ekolojik tahribatı önleme, sanayileşme hamleleri yapma ve bölgesel/küresel dayanışma platformları oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu sayede emperyalizme karşı güçlü bir savunma hattı oluşturulabilir. Fakat bu savunma hattının başarılı olabilmesi için etnik milliyetçilik ve dinci cemaatçilik gibi ayrıştırıcı unsurlardan arındırılması; yurtseverlik, laiklik, dayanışma, eşitlik, adalet ve direniş gibi ilkeler temelinde, başta emekçi sınıflar olmak üzere halkın geniş desteğine dayanması şarttır.

Diğer tüm kurumlar gibi ulus-devlet de bir mücadele alanıdır. 20. yüzyılda sömürgeciliğe karşı mücadele eden hareketler, ulus-devleti bir araç olarak benimseyerek bağımsızlıklarını kazanmış ve halklarının onurunu iade etmişlerdir. Laik Cumhuriyet de bu tarihsel mirasın önemli bir parçasını teşkil eder.