Bolluk Çağının En Büyük Çelişkisi: Açlık
Ekranlarımızda sonsuz market rafları, dijital alışveriş sepetleri ve iştah açıcı sofralar akıp giderken, insanlık tarihinin en üretken, en bağlantılı ve en zengin dönemini yaşıyoruz. Ancak bu zenginliğin ortasında, tarihin en net açlıklarından birine tanıklık ediyoruz. Bu durum, yalnızca ekonomik bir çelişki değil, aynı zamanda derin bir ruhsal çöküntünün de habercisidir. Peki, biz bu büyük imtihanın tam olarak neresindeyiz?
Sahip Olmanın Getirdiği Yükler
İnsan, kendini genellikle sahip olduklarıyla güvende hisseder: kasadaki para, depodaki erzak, dijital cüzdandaki rakamlar… Fakat farkında olmadan, bu varlıkların her biri birer prangaya dönüşür. Onları korudukça yorulur, artırdıkça kaygılanır ve büyüttükçe aslında küçülürüz.
Dünya sahnesindeki yerimizi sağlamlaştırmak için biriktirdiğimiz her şey, sırt çantamıza eklenen ağır taşlar gibidir. Zirveye tırmanırken bizi hafifletmek yerine yavaşlatan bir yüke dönüşürler. “Daha fazlası” arzusuyla dünyaya gelen insan, yine daha fazlasının peşinde koşar. Bu koşu, bir koşu bandında olduğu gibi sonsuz görünse de aslında bizi bir yere götürmez; yalnızca yorar.
Kanaat Yalnızca Sözlükte Kaldı
İnsan, sahip olduklarıyla yetinmeyi ve kanaat etmeyi bir türlü öğrenemedi. Kazandıklarına odaklandıkça etrafındaki gerçekleri göremez oldu. Herkes bu çağın Karun’u olma yarışına girdi. Kanaat, cümlelerimizde bir misafir olarak yer alsa da sofralarımızda kendine yer bulamadı.
Tüketim Sistemi ve Merhametin Çöküşü
Sürekli “daha fazlasını” dayatan bir ekonomi sistemi, yalnızca tüketim alışkanlıklarımızı değil, aynı zamanda merhamet kapasitemizi de yok etti. Artık başkasının yoksulluğu vicdanımızı harekete geçiren bir uyarıcı değil, sosyal medyada hızla geçilen görsel bir içerik haline geldi. Bir haber karesi, bir anlık başlık… Üzüntümüz saniyelerle sınırlı, bir sonraki videoya geçmek çok kolay.
Kendini ölümsüz sanan insan, başkasının ölümü üzerinden kendi varlığını dizayn ediyor. Mutluluk binasını başkalarının enkazının temelleri üzerine kuruyor. İşte bu çağın refah modeli budur.
Vicdanları Kanatan Gerçek: Gazze
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyen Kutlu Nebi’nin (SAV) ümmeti olduğumuzu iddia ederken, yanı başımızdaki ateşi söndürmeye niyet dahi etmiyoruz. O ateşin yandığı yer: Gazze! Haritada küçücük bir alan, fakat vicdanlarda devasa bir boşluk. Bombaların gölgesi altında, abluka duvarları arasında sıkışmış, kum taneleri gibi savrulan hayatlar… Gazze, bugün soykırımın ve açlığın kesiştiği bir koordinattır. Dünya canlı yayınlarken biz sadece izliyoruz.
Yürekleri Dağlayan Mektup
Geçtiğimiz hafta Hamas Milletvekili İsmail Abdullatif El-Eşkar’ın Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektuptaki bir cümle, insan olma sorumluluğunu hisseden herkesin yüreğini dağladı:
“Gazze’nin çocuklarına yetişiniz, onlar bolluk çağında açlıktan ölmektedir.”
Ne kadar ağır bir ifade: “bolluk çağında açlıktan ölmek!” Biz bu zulme sessiz tanıklar oldukça, zalim zulmünü daha da artırıyor. Gördüğümüz fotoğraflara dahi tahammül edemezken, birileri o karelerdeki hayatı her an yaşıyor.
Hesap Günü Gelmeden Kendimizi Sorgulayalım
Söylemden eyleme geçilmediği sürece, zulüm kendine daima yeni alanlar bulacaktır. Her susuş, zalimin eylemlerine vurulmuş bir onay damgasıdır. İnsanlık, stok fazlası bu çağda açlıktan ölen çocukların hesabını mutlaka verecektir. Yarın hesaba çekilmeden önce, bugün kendi vicdan muhasebemizi yapalım.
Gazze’de sivillerin ve çocukların bombalarla katledildiği, insanların ve hatta hayvanların açlıktan öldüğü bu dönemde, sahip olduğumuzu sandığımız her şeyin esiri olduğumuzu anlamak için yarın çok geç olabilir. Bolluk çağında açlıktan ölmek kader değil, hepimizin ortak imtihanıdır.
“Allah’ım, Gazze’ye yardım et.
Gazze’ye benim elimle yardım et.
Gazze özgür oluncaya dek elimden, dilimden, malımdan, kalbimden geldiğince Gazze hakkında konuşmaktan beni beri kılma.
Gazze’yi özgür kıl; zalimleri perişan eyle.
Bizi Gazze’ye muhafız eyle.
Çaresizlerin çaresi olan Yüce Allah’ım, Gazze’yi çaresiz bırakma.”
Âmin.