Sana Göre Haber

Tarihin Karanlık Yüzü: İnsan Neden Zorbalık Yapar ve Ahlak Nerede Başlar?

İnsan ve Hayvan Davranışı Arasındaki Ahlaki Çizgi

Hayvanların hareketlerini gözlemleyerek onlara sıkça insani nitelikler yükleriz. Kimi hayvanları sevecen, kimilerini sadık veya kindar olarak tanımlarız. Ancak hayvanlarda neokorteks ve insanlardaki gibi gelişmiş bir bilinç bulunmadığından, onlara kişilik özellikleri atfetmek aslında anlamsızdır. Hayvanlarda iyilikseverlik, zorbalık veya ahlak gibi kavramlar yoktur; bu bilişsel yetiler tamamen insana özgüdür. İnsan, iyilik veya zorbalık yapabilen ve bu eylemleri üzerine düşünebilen yegane varlıktır.

Tarihten Günümüze Zorbalığın İzleri

İnsanlar merhamet, şefkat, zorbalık, kindarlık ve sadizm gibi çok çeşitli duyguları sergileyebilirler. Bu duygular arasında saldırganlığa yönelik olanlar, bir komşu ülkeyi istila etme veya maddi zenginlik elde etme gibi hedeflere ulaşmada bir araç olabilir. Zengin bir komşu ülkeyi merhamet ve şefkatle ele geçirmek mümkün değildir. O ülkeye ancak açıkça veya hileyle saldırarak, zorbalıkla sahip olunabilir.

Sigmund Freud, insanın iki temel güdüsünün cinsellik ve saldırganlık olduğunu belirtmiştir. Tarih, ne yazık ki bu öngörüyü doğrulayan sayısız olayla doludur. Eskiden bir ordu, bir kaleyi kuşattığında padişahın askerlere motivasyon için “Yağma üç gün kanundur” diye seslendiği bilinir. Bu izin, galip ordunun üç gün boyunca kaledeki tüm zenginlikleri yağmalaması, direnenleri öldürmesi ve kadınlara tecavüz etmesi anlamına geliyordu. Yağma ve tecavüz, maalesef güçlü bir motivasyon kaynağıydı. Hatta İkinci Viyana Kuşatması’nda Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın bu tür eylemlere izin vermemesi nedeniyle kalenin alınamadığı söylenir. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ve Yugoslavya iç savaşında Saraybosna’da kadınlara yönelik kitlesel tecavüzler yaşanmıştır.

Aslında Cengiz Han’ın seferleri, Haçlı Seferleri, 100 Yıl ve 30 Yıl Savaşları, iki dünya savaşı, Hiroşima, Vietnam ve yerli halklara yapılan soykırımlar gibi tarihteki tüm savaşlar, özünde birer zorbalık eylemidir. Saldırgan devletler, eylemlerini meşrulaştırmak için daima bir neden bulur. Aynı şekilde, diktatörler de kendi ülkelerindeki zulmü haklı çıkarmak için bahaneler üretirler. Tüm bunlar, eylemleri mantıksal bir kılıfa büründürme çabasından ibarettir ve ilginç bir şekilde, bu açıklamalara inanan geniş kitleler her zaman ortaya çıkar.

Machiavelli’in, “Amaç aracı meşru kılar” sözü ve Goebbels’in, “Bir yalanı yeterince tekrarlarsanız inanırlar” görüşü zorbalığın felsefi temelini oluşturur.

İngiltere ve Sovyetler Birliği gibi pek çok ülkede diktatörler, rakiplerini hapsederek veya ortadan kaldırarak iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Zorba yöneticiler, halktan topladıkları ağır vergilerle ayakta kalmışlardır. Bir dönem bazı Avrupa ülkelerinde evine pencere açanlardan pencere vergisi alınması, güneş ışığının bile kralın tekelinde görülmesi bunun çarpıcı örnekleridir.

Cehalet ve Zorbalık El Ele

Tarihte İngiltere’de en büyük suç krala ihanet olarak kabul edilirdi. İspatlanamasa dahi, krala ihanet ve büyücülükle suçlanan sayısız insan hayatını kaybetmiştir. Aslında büyücülük, sadece yapılabileceğine inanılan farazi bir eylemdir. Yakın tarihte bir futbol takımımızın, sahasına tavuk kemiği gömülerek büyü yapıldığını iddia etmesi, cehalet ve zorbalığın nasıl iç içe geçtiğini gösterir.

Ayrıcalıklı Ahlak: Shakespeare ve Günümüz

Shakespeare’in IV. Henry oyununda, bir grup asilzade bir plan yapar. İçlerinden biri, “Ama bunu yaparsak ahlak ilkelerine aykırı olur” diye itiraz edince bir diğeri şu yanıtı verir: “Biz asiliz, bu ahlak ilkelerini halk uysun diye koyduk, bizim uymamız gerekmez.” Büyük ustanın bu replikleri günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Örneğin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki beş daimi üye, kendilerini dünyanın asilleri olarak görmekte ve tek bir veto haklarıyla küresel kararları engelleyebilmektedir.

Zorbalığa Karşı Ahlakın Gücü

Bir aslan, geyik yavrusunu yediğinde onu zorbalıkla suçlamayız. Çünkü aslanın bir ahlak anlayışı yoktur; vicdanıyla değil, içgüdüleriyle hareket eder. Ancak bir insan, savaşta düşmanının çocuğunu öldürdüğünde vicdanını devre dışı bırakarak içgüdüleriyle, yani bir hayvan gibi davranmış olur. Savaş ortamı bazı insanları insanlıktan çıkarabilirken, bu koşullara rağmen ahlaki değerlerini koruyanlar da vardır. Kore Savaşı’nda düşman çocuklarını evlat edinmeye çalışan Türk askerleri bunun en güzel örneklerindendir.

Psikiyatrist Viktor Frankl, dört yıl kaldığı Nazi kampından kurtulduktan sonra bir arkadaşıyla tarlalarda yürürken, “Ekinlere basmayalım” diyerek patikada kalır. Arkadaşı ise, “Bunca yıl kimse bize acımadı, ben neden başkasının ekinine acıyayım?” diyerek ekinleri ezerek ilerler. Her şeye rağmen ahlaki değerleri kaybetmemek, gerçek insanlara özgü bir erdemdir. Unutulmamalıdır ki, yaşamanın bedeli yaşatmak olmalıdır.

Exit mobile version