Ümit ve Ümitsizlik Sarkacında Hayat
Hayat, ümit ile ümitsizlik arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Ümit duygusu arttıkça yaşam enerjisi ve lütuflar da çoğalır. Buna karşın, varoluşu kısıtlayan ümitsizlik, insana verilebilecek en ağır cezalardan biridir. Yaşam ümidin filizlendiği yerde başlar, ölüm ise ümidin tükendiği noktada belirir. Bu nedenle ümitsizlik, içinde ölüm kodlarını barındıran ve yokluğa ayarlanmış bir ruh halidir.
Ümitsizliğin korkuyla olan derin ilişkisi de tam bu noktada ortaya çıkar. İradeyi sınırlama veya tamamen yok etme potansiyeli taşıdığı için korkutucudur. Ümitli zamanlarda yaşama sevinci artarken, ümitsizlik dönemlerinde bu sevincin yerini korku ve ölüm imgeleri alır.
Özgürlük ve Esaret: İki Karşıt Kutup
Bu durum, ümit ile özgürlük, ümitsizlik ile esaret arasında doğrudan bir bağ olduğunu gözler önüne serer. Özgürlük, ümidi besleyerek iradeyi güçlendirir ve bireyin kendini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkarır. Esaret ise çaresizlik yaratarak ümitsizliği yayar, iradeyi zayıflatır ve insanı olduğu yere mahkum eder. Hayatın temel amacının özgürlük olması, varoluşu tehdit eden bu zincirleri kırma ve insan iradesini özgürleştirme arzusundan kaynaklanır. Zihinsel ve bedensel mahkumiyetten korkarız çünkü her ikisi de eyleme gücümüzü zehirler. Özgürlükten hoşlanırız çünkü o, eylemlerimizi parlatır ve bir sanata dönüştürür.
Edebiyatın Aynasında Totalitarizm: Dava
20. yüzyıl, özgürlük isteyenlerle onları köleleştirmek isteyenler arasındaki mücadelenin en yoğun yaşandığı dönemlerden biriydi. Sanat ve edebiyatın bu özgürlük-kölelik çatışmasını işlemesi bu yüzden şaşırtıcı değildir. Bu bağlamda, Franz Kafka‘nın 1925’te yayımlanan Dava romanı, ümidin ümitsizliğe yenildiği bir başyapıttır.
Dava, bir birey olan Joseph K. şahsında tüm dünyanın nasıl köleleştirilebileceğinin etkili bir parodisidir. Kafka, bu eseriyle dünyanın yargı eliyle nasıl bir esarete sürüklendiğini vurgular. Romanda doğal hiçbir manzara yoktur; sadece isli koridorlar, soğuk dehlizler ve insanı küçülten dar hücreler betimlenir. En trajik olanı ise Joseph K.’nın suçunun ne olduğunu asla öğrenememesidir. Ortada ne bir iddianame ne de somut bir suçlama vardır. Roman bittiğinde dahi, karakterin neden idama mahkum edildiği belirsizliğini korur.
Nabokov’dan Bir Yankı: İnfaza Çağrı
Kafka’nın Dava’sından etkilenerek yazıldığı düşünülen Vladimir Nabokov‘un İnfaza Çağrı (1939) romanı da benzer bir temayı işler. Bu eserde de başkarakter Cincinnatus, belirsiz bir suçtan dolayı idama mahkum edilmiştir ve infazını beklemektedir. Tıpkı Joseph K. gibi o da kaderine rıza göstermiş gibidir. Ancak Cincinnatus, ölüm cezası sonrası yaşadığı elemle, insan ile yargısız infaz, özgürlük ile kölelik arasındaki derin uçurumu daha net vurgular.
“Oysa öyle özene bezene biçimlendirilmiştim ki… belkemiğimin kıvrımı öyle kusursuzca, öyle gizemle hesaplanmış ki. Baldırlarımın zemberek gibi gerildiklerini duyumsuyorum. Ömrüm boyunca kim bilir daha kaç mil koşabilirdim.”
Geçmişten Günümüze Bir Uyarı
Yirminci yüzyılda yazılan bu iki roman, günümüze de ışık tutmaktadır. Hem Dava hem de İnfaza Çağrı, totaliter rejimlerin özgürlükleri nasıl gasp edeceğini ve bireyi nasıl hiçleştirileceğini adeta haber verir. Her iki metinde de bildiğimiz tek şey, koşacak ayakların birkaç metrekareye hapsedilmesi, insanın dünyadan mahrum bırakılmasıdır. Anlamanın yerini yargılamanın aldığı bu hüzünlü dünyayı, bu iki eserden daha iyi anlatan çok az roman vardır.