Babamdan Miras: Realizm ve Umut Arasında
Zaman geçtikçe babama ne kadar çok benzediğimi daha net görüyorum. Tıpkı onun gibi insancıl, ümitli, umut dolu ve bir o kadar da realistim. Ne var ki, hayatın realitesi içinde barındırdığı çetin gerçeklerle umudun, ümidin ve sevginin katili olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bunun bir paradoks olduğunun farkındayım.
İnsan Doğası ve Kötülük Sorgulaması
Zaten “insan” dediğimiz mekanizma, başlı başına bir hayal kırıklığı, vefasızlık ve kötülük yumağı değil midir? Herkesin bir diğerinden şikayet ettiği, her bireyin ötekinden rahatsızlığını dile getirdiği bir sistem nasıl sağlıklı olabilir ki? Eskiden beri merak ettiğim konulardan biri de kötülerin, kötü olduklarının farkında olup olmadıklarıydı. İnsanlığa ve dünyaya bu denli zarar verirken, ne kadar bu kimliklerinin ayırdındalar?
Herkes bir başkasının, ötekinin, insanların kötülüğünden dem vururken, kötülük kavramı muğlak ve ortada kalmıyor mu? Adeta boşluğa üflenmiş gri bir leke, kaypak bir sis perdesi gibi…
Eğer herkes bu kadar iyiyse, o zaman şu can alıcı soru akla geliyor: Kötüler nerede ve kötülük kiminle? Lafa gelince iyilik havarisi kesilen, ahlak timsali gibi görünen bedenler, hangi karanlık ruhlara hizmet etmenin doygunluğunu yaşıyor?
Tüm Olumsuzluklara Rağmen Yeşeren Sevgi
Peki, dünyadaki bunca kötülüğe karşın içimizdeki o büyük umut, ümit ve iyilik nereye gidecek? Ya o saf insan sevgisi ne olacak? Herkesin herkesle samimi göründüğü ama kimsenin diğerini gerçekten sevmediği bir ortamda iyilik nasıl var olabilir?
Yine de, her şeye rağmen her geçen gün babama daha çok benziyorum. İnsana rağmen içimde yeşeren o sevgiyle umudu, ümidi ve iyiliği büyütmeye devam ediyorum. İnsan en çok büyüdükçe ailesine benzermiş derler; bu sözün doğruluğunu şimdi daha iyi anlıyorum.