Avrupa İçin Tarihi Bir An: İngiltere’nin ‘Süveyş Anı’ Tekrarlanıyor mu?
İskoçya’da imzalanan ve büyük tartışmalara yol açan ABD-AB ticaret anlaşması, bir yorumcu tarafından İngiltere’nin 1956’daki “Süveyş anına” benzetildi. O tarihte İngiltere, Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirme girişiminde bulunmuş, ancak ABD’nin “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidi karşısında boyun eğerek hegemonyacı bir güç olmadığını acı bir şekilde öğrenmişti. Görünen o ki, bu son anlaşmayla birlikte Avrupa Birliği de artık ABD ve Çin karşısında üçüncü bir küresel hegemonya merkezi olamayacağını anlamış durumda.
Anlaşmanın Ağır Şartları: ‘Kara Bir Gün’ mü?
Söz konusu ticaret anlaşmasıyla Avrupa Birliği, ihracatında yüzde 15’lik bir tarifeyi kabul ederken, Amerikan mallarına yönelik tüm vergileri kaldırdı. Bununla da kalmayıp, 750 milyar dolarlık enerji ve silah alımı ile 600 milyar dolarlık yatırım taahhüdü verdi. Bu durumu Fransız bir siyasetçi şu sözlerle özetledi:
“Bu, özgür halklar ittifakının teslim olduğu kara bir gündü.”
Gerçekten de bu anlaşma, 19. yüzyılın sömürgeci dayatmalarını andırıyor. Fakat bu kez dayatılan taraf, Avrupa’nın eski emperyalist güçleri. Bu anlaşmayla AB, artık küresel çıkarlarını savunan bir “kutup” olmaktan çıkıp, ABD ekonomisine kaynak aktaran bir “yarı-çevre” konumuna gerilemiştir.
Stratejik Otonomi Hayalinin Sonu
Yıllardır dile getirilen “stratejik otonomi” hayali de bu anlaşmayla birlikte sönmüş görünüyor. Brüksel’den ilk başta sert görünen ancak içeriği boş misilleme tehditleri gelse de, bu söylemler kısa sürede yerini “ilişkileri koruma” gibi geri adım ifadelerine bıraktı. Sonuçta, bu tam teslimiyet kamuoyuna “elde edilebilecek en iyi sonuç” olarak sunuldu. İskoçya’da atılan o imza, Avrupa’nın uzun süredir inandığı, Mark Leonard’ın 2005 tarihli “21. Yüzyılı Neden Avrupa Yönetecek” gibi eserlerde vücut bulan fantezisini yerle bir etti.
Teslimiyetin Ardındaki Yapısal Zayıflıklar
Bu durum sadece Trump’ın agresif politikalarından kaynaklanmıyor. AB’nin kendi içindeki politik ve ekonomik yapısının da bu teslimiyette önemli bir payı var. Birlik, kendi içinde güçlü bir merkez (hegemon) oluşturamadı. İhracata dayalı ekonomik modeli ve finansallaşmış yapısı, onu ABD pazarına aşırı bağımlı hale getirdi. Trump’ın gümrük tarifelerini enerji ve silah alımlarıyla ilişkilendirmesi, NATO’nun sadece askeri bir ittifak olmadığını, aynı zamanda Avrupa’daki artı değeri Amerikan askeri-sanayi kompleksine aktaran bir altyapı işlevi gördüğünü de ortaya koydu.
Çin’in Farklı Duruşu ve Avrupa’nın İronisi
AB’nin bu tavrını Çin’in duruşuyla karşılaştırmak oldukça aydınlatıcı. Pekin, ABD’nin baskılarına karşı nadir toprak elementleri kozunu kullanarak sınırlı ama etkili bir karşılık verdi. Bu hamle, küresel tedarik zincirlerini sarsarken büyük bir çatışmaya yol açmadı. Çin, küçük jestler yapsa da temel pozisyonundan taviz vermedi. Aynı günlerde Avrupa’nın, Pekin’e adeta ders verir bir üslupla konuşurken, bu nadir elementler için Çin’in kapısını çalması, durumun ironisini gözler önüne seriyordu.
Zaman Kazanmak mı, Değer Kaybetmek mi?
Brüksel, bu sonucu “zaman kazanmak” olarak pazarlamaya çalışsa da, bu bir stratejiden çok, artı değer akışının yönünü belirleyen bir zayıflığın ifadesidir. Bu anlaşma, AB’nin uluslararası ilişkilerde kendisine dayatılan yeni kuralları kabul ettiğini gösteriyor: Artık politikanın yerini şantaj, müzakerenin yerini zorbalık ve ticaretin yerini haraç almıştır.
Avrupa’nın Yeni Konumu: ABD’nin Bankamatiği mi?
AB’nin “kendi başına bir kutup” olma iddiası artık temelsiz kalmıştır. AB bir “çevre” ülkesi değil, ancak artık bir “merkez” de değil. Yeni rolü, ABD hegemonyasını desteklemek ve Amerikan ekonomisine artı değer transfer etmektir. Bir yorumcunun ifadesiyle, AB, ABD’nin “bankamatiği” haline gelmiştir. Anlaşmadaki taahhütler ve alım sözleşmeleri, bu yeni işlevin resmi belgeleridir.
Bu Zincir Kırılabilir mi?
“Süveyş anı” benzetmesi bu yüzden son derece isabetli. 1956’da İngiltere, artık “kral” olmadığını anlamıştı; bugün ise Avrupa aynı aynaya bakıyor. Bir zamanlar dünyayı cetvelle bölen imparatorlukların torunları, şimdi o cetvelin altındaki çizgilerden biri haline geldi. Bu durum gösteriyor ki,
“Sermaye ilişkisinde tarih bir garanti değildir.”
Peki, Avrupa bu zinciri kırabilir mi? Kendi sermayesini korumak için kurulan bir yapı, artık bağımlı olduğu sermayeye karşı durabilir mi? Büyük bir kırılma yaşanmadığı sürece bu sorunun cevabı muhtemelen “hayır” olacaktır. İç pazar ne kadar derinleşirse derinleşsin, savunmaya ne kadar milyar akıtılırsa akıtılsın, artı değerin ve güvenliğin yönü Washington’dan geçtiği sürece bu durumun değişmesi zordur. Fanteziler bir anda çöker ve AB fantezisi, bir savaş alanında değil, bir golf kulübünde sessizce sona erdi. Bu, emperyalist kapitalizmin kendine özgü bir ironisidir; hiyerarşiler artık silahla değil, bir kalem ve bir gümrük tarifesiyle çiziliyor.