Türkiye’nin Siyasi ve Hukuki Meşruiyet Krizi
31 Mart 2024 yerel seçimleri, Türkiye’nin siyasal tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kayıtlara geçti. Bu seçimler, yürütmenin demokratik meşruiyetinin derin bir krizle karşı karşıya olduğunu gözler önüne serdi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 47 yıl aradan sonra sandıktan birinci parti olarak çıkması, sadece seçmen tercihlerindeki bir değişimi değil, aynı zamanda yürütmenin siyasi tahammül sınırlarının da zorlandığını gösterdi. Seçim sonrası dönemde yerel yönetimlere yönelik müdahalelerin sistematik hale gelmesi, çözümün duygusal ya da vicdani çağrılarda değil, anayasal hakların ve hukuki ilkelerin kararlılıkla uygulanmasında yattığını ortaya koymaktadır.
Yerel Yönetimlere Yönelik Sistematik Baskılar
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yaklaşık dört aydır tutuklu olması, yaşananların münferit bir olaydan ziyade yapısal bir soruna işaret ettiğini kanıtlamaktadır. Benzer şekilde İzmir, Antalya, Adana, Adıyaman ve İstanbul’un çeşitli ilçelerindeki yerel yöneticilere yönelik gözaltı, tutuklama, görevden alma ve kayyum atamaları, yürütmenin artık olağan bir idari refleksi haline gelmiştir.
İsnat edilen suçlamaların içeriği incelendiğinde, bu suçlamaların somut delillerden yoksun ve büyük ölçüde teknik tekrarlara dayandığı görülmektedir. Bu durum, ceza hukukunun siyasi muhalefeti pasifize etmek amacıyla önceden kurgulanmış bir araç olarak kullanıldığına işaret etmektedir. Asıl odaklanılması gereken nokta, suçlamaların maddi temelinden çok, bu suçlamaların kimlere, ne zaman ve hangi siyasi konjonktürde yöneltildiğidir.
Kuvvetler Ayrılığı ve Yargının Rolü
Çağdaş anayasal demokrasilerin temel taşı, hukukun yürütme karşısındaki kurucu ve sınırlayıcı rolüdür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, siyasi iktidarın keyfi uygulamalarını dengeleyen hayati bir mekanizmadır. Bu bağlamda yargı, yürütmenin talimatlarına göre hareket eden bir idari birim değil, hukuk düzeninin devamlılığını sağlayan bağımsız bir güç olmak zorundadır.
Hukukun İstismarı ve Yargının İşlev Kaybı
Günümüzde Türkiye’de yaşanan temel sorun, yalnızca yargının bağımsızlığını kaybetmesi değil, aynı zamanda anayasal rolünü ve varlık nedenini yitirmeye başlamasıdır. Ceza soruşturmalarının belirli siyasi gruplara odaklanması, yargının normatif değil, siyasi saiklerle hareket ettiğini göstermektedir. Tutuklama, bir tedbir olmaktan çıkıp siyasi bir sindirme aracına; iddianameler ise hukuki bir başlangıçtan ziyade stratejik bir hamleye dönüşmüştür.
Bu tablo karşısında sessiz kalmak, pasif bir duruş değil, siyasi iktidarın hukuk üzerindeki egemenliğine fiilen ortak olmak anlamına gelir. Tıpkı Émile Zola’nın “J’accuse” metninin, bir karardan öte o kararı mümkün kılan sistematik çöküşe bir itiraz olması gibi, bir hukukçunun da hukuk düzeni çözülürken bunu dile getirme sorumluluğu vardır.
Yargı Kadrolarında Liyakatsizlik
Türkiye’nin sürüklendiği bu hukuki kaos, tesadüfi bir sonuç değil, planlı ve sistematik bir sürecin ürünüdür. Özellikle 1 Şubat 2018‘de hâkim ve savcı atamalarında yazılı sınav barajının kaldırılması, liyakat dışı atamaların önünü açarak yargıdaki erozyonun en somut örneklerinden birini oluşturmuştur. Ayrıca, 2020 yılında kabul edilen 7249 sayılı Kanun ile baroların bölünmesi, savunma makamını zayıflatan bir diğer önemli adım olmuştur.
Vicdan Hukukun Yerine Geçebilir mi?
Mevcut siyasi ve hukuki koşullar altında “adalet için vicdan çağrısı” yapmak, saf bir temenniden öteye geçememektedir. Daha da tehlikelisi, vicdan kavramının hukukun yerine konulması, uzun vadede keyfiliği normalleştiren bir geleneğe dönüşme riski taşımaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik soruşturmalarda “tutuksuz yargılanma hakkı” gibi temel ilkelerin ihlal edilmesi ve bazı sanıklar için yürütmeye “vicdan” çağrısı yapılması, hukuki mücadelenin yerini duygusal beklentilerin almasına neden olabilir.
Gerçek ve kalıcı çözüm, toplumsal vicdana sığınmakta değil, anayasal denetim mekanizmalarının ve evrensel hukuk kurallarının eksiksiz ve tarafsız bir şekilde işletilmesinde yatmaktadır. Türkiye’de hukuk devleti ilkesini korumanın yolu, toplumun tüm kesimlerinin; halkın, akademinin, baroların ve sivil toplumun kararlı bir hukuki direniş göstermesinden geçmektedir.
Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Av. Su Erbaş