Ölüm Varken Mal Mülk Derdi: Toplumun Hırs ve Yalnızlık Çıkmazı

Cenazede Bile Konuşulan Dünya İşleri

Bir cenazenin defnedilmesinin hemen ardından evde Kur’an-ı Kerim okunurken, yanımdaki bir kişinin diğerine sorduğu soru kulaklarıma çalındı: “Senin emekliliğe ne kadar kaldı, kaç yıl daha prim ödeyeceksin?” Ne yazık ki, cenazelerde mal mülk meseleleri sıkça gündeme geliyor. O anlarda dünyevi işler dillere dolanıyor. Çok yakından tanıdığınız birini toprağa verdiğiniz anda, ölüm gerçeğini zihninizden uzaklaştırıp “sigorta primi” hesabına dalıyorsunuz. İnsanoğlunun bu aceleci ve tuhaf hali şaşırtıcı.

Yaşlılık, Yalnızlık ve Miras Beklentisi

Geçenlerde yaşlı bir hastayı ziyaret ettim. Beyefendi, içinde bulunduğu durumdan o kadar bunalmıştı ki, “Serdar Bey, bazen ölsem de kurtulsam diyorum, bu hastalık bana çok sıkıntı veriyor!” dedi. O uykuya daldıktan sonra, kendisi gibi yaşlı olan eşi yanıma yaklaştı ve içini döktü:

“Serdar Bey, şimdi bize bakmayan, ne haldeyiz diye sormayan evlatlarımız var ya, bu adam gözlerini yumduğu an hepsi mal mülk derdine düşer. Hepsi buraya üşüşürler!”

Ne kadar garip bir dünya ve ne kadar tuhaf bir varlık insanoğlu. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor.

Hayatın Piyasa Ekonomisi ve Yitirilen Değerler

Aslında durup düşündüğünüzde, “dünyalıkların” ne kadar anlamsız olduğunu fark ediyorsunuz. Vefat eden birçok kişi arkasında az ya da çok mal mülk bırakıyor. Bu miras, miktarı ne olursa olsun, genellikle geride kalanların arasını bozuyor; “bana az düştü, ona çok düştü” tartışmaları başlıyor. Dünyada avunma vesileleri çok; kimileri için şöhret, makam-mevki ve maddiyat her şeyden önemli hale geliyor. Övülmek, adından söz ettirmek istiyor.

Merhum Muallim Naci’nin “Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz mal zâyidir!” sözü bu durumu özetliyor.

İnsanlar sürekli bir iltifat beklentisi içinde, etraflarındakilere müşteri, kendilerine ise satıcı gözüyle bakıyor. Her ilişki, bir “piyasa ekonomisi” mantığına bürünüyor. Bu ekonomide hasta da öğrenci de birer “müşteri”, hastane ve okul da birer ticarethane olarak görülüyor. Temel ilke ise “Kârı mümkün olan en yüksek seviyeye çıkartmak.” oluyor. Böyle bir ortamda “hırs” dışında bir duyguya yer kalmıyor. Bu hırs, yaşlanmış anne babaları yataklarında yalnız bırakmaya, hatta onlar ölmeden “mal mülk hesabı” yapmaya itiyor.

Tüketim Toplumu ve Ailedeki Çözülme

Bebeklerini bakıcılara bırakmayı “piyasa ekonomisinin getirdiği mecburiyet” olarak görenler, yaşlı ebeveynlerini yalnızlığa terk etmeyi de aynı şekilde meşrulaştırıyor. Anne baba bir “yük” haline geliyor ve mal varlığı olmayan ebeveyne bakmak isteyenlerin sayısı azalıyor. Sonuç olarak, anne babalarını terk edenler, yaşlandıklarında kendileri de aynı yalnızlığa mahkûm ediliyor. Ailelerde roller değişiyor; annelik bir külfet, babalık ise saygınlığını yitirmiş bir kavram haline geliyor. Kazanılan para anında harcanıyor, dolaplar giyilmeyen kıyafetlerle dolup taşıyor. Parası olmayanlar ise “kredi kartına” sarılarak bu tüketim yarışından geri kalmamaya çalışıyor. Hatta “Allah kredi kartını icat edenden razı olsun!” diyenleri bile duydum.

Çıkış Yolu: Durmak ve Tefekkür Etmek

Keşke biraz durabilsek, tefekkür edebilsek ve kanaat gösterebilsek. İşte o zaman birçok sorun çözülecek. Ancak bu olmuyor ve olmayınca da her şey dert haline geliyor.

  • Biraz durabilsek…
  • Biraz tefekkür edebilsek…
  • Biraz “Sanki yedim” diyebilsek…

Unutmayalım ki, emeli çok olanın elemi de çok olur. Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.

Hırsın Anatomisi: Makam Kavgası ve Helal Çaba

Ankara’da makam ve mevki için birbirini yiyen, birbirine kuyu kazan insanları biliriz. Bir makama getirilen kişi, kendisini oraya getireni göklere çıkarırken; aynı kişi tarafından görevden alındığında ise söylemediğini bırakmaz. Oysa helâl olanı başarma azmi ile bir şeye ne pahasına olursa olsun ulaşma “hırsı” arasında dağlar kadar fark vardır. Bizler, kalplerimizi bir kenara bırakıp “aklı”, daha doğrusu “şeytanî aklı” rehber edinmenin sancılarını yaşıyoruz. Bunalımlarımızın temelinde kalplerimizin körelmesi yatıyor. Hırs, kalbi karartıyor ve bize mezarlardaki ölüleri, yataklardaki hastaları ve bir gün sıranın bize geleceğini unutturuyor.