Üniversite Eğitimi ve Gelecek Kaygısı
Üniversite tercih dönemlerinde öğrenciler ve ebeveynler, geleceğe dair belirgin bir endişe ve belirsizliğin getirdiği kaygıyı taşıyor. Pek çok kişiyle yapılan görüşmelerde öne çıkan ortak kanı şu: Üniversiteye girmek ve mezun olmak, artık sorunsuz bir kariyer yolunu garantilemiyor. Milyonlarca öğrenci ve onların aileleri, eğitim sisteminden ne bekliyor ve karşılığında ne buluyor? Maalesef, birçoğunu büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir.
Üniversitenin Değişen Rolü ve Küresel Rekabet
Üniversiteler, temel olarak meslek eğitimi veren kurumlardır. Mezunları, toplumda ve devlet kademelerinde belirli görevleri üstlenerek hem iş hem de statü sahibi olurlar. Ancak günümüzde üniversite diploması, ne Türkiye’de ne de dünyada bu garantiyi sunmuyor.
Sosyolog John Macionis (2015), bu durumu “Üniversite eğitimliler diğer ülkelerin özellikle dünyanın nitelikli iş gücünün eşi benzeri görülmemiş rekabeti ile karşı karşıyadır” sözleriyle açıklıyor. Bu, yurt içinde aradığını bulamayanlar için yurt dışında da kolay bir yolun olmadığı anlamına geliyor.
Peki, üniversitelerimiz mezunlarını bu yoğun rekabet ortamına hazırlayabiliyor mu? Çok sayıda mezun vermemize rağmen bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Üniversite mezunları, iş hayatına atıldıklarında aldıkları eğitimle yapmaları beklenen işler arasında derin bir uçurum olduğunu fark ediyor. Bu durum, mutsuzluk, işsizlik veya standartların altında işlerde çalışmayla sonuçlanıyor. Bu tablo, sosyolojik olarak bir “işlev bozukluğu” olarak tanımlanabilir.
Eğitim Sistemindeki ‘İşlev Bozukluğu’
John Macionis, her sosyal yapının “açık” ve “gizli” işlevleri olduğunu belirtir. Yükseköğretim sisteminin açık işlevi, gençleri meslek hayatlarında kullanacakları bilgi ve becerilerle donatmaktır. Sistemin gizli işlevi ise milyonlarca genci iş piyasasından bir süreliğine uzak tutarak işsizlik oranlarını dengelemektir. Ancak sistem, toplumun işleyişini aksatan bir davranış kalıbı ürettiğinde buna “sosyal işlev bozukluğu” denir. Üniversite mezunlarının durumu, bu noktada yeniden değerlendirilmelidir. Eğitim, bazıları için faydalı olurken genel ekonomiyi ve sosyal uyumu bozuyorsa, bu sorun gelecekte daha da büyüyecektir.
Sorun Üniversite Sayısı mı, Öğrenci Sayısı mı?
Yaygın kanının aksine, sorun çok sayıda üniversite açılması değil. Rakamlarla bir karşılaştırma yapalım:
- ABD: 325 milyon nüfusa karşılık yaklaşık 5 bin üniversitede 14 milyon öğrenci bulunuyor. Bu, yaklaşık 65 bin kişiye bir yükseköğretim kurumu düştüğü anlamına gelir.
- Türkiye: 85 milyon nüfusa karşılık 205 üniversite bulunuyor. Bu da yaklaşık 400 bin kişiye bir üniversite düştüğünü gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de daha fazla üniversiteye ihtiyaç olduğu bile düşünülebilir.
Ancak asıl sorun, öğrenci sayısının toplam nüfusa oranıdır. Bu oran ABD’de %4.3 iken, Türkiye’de %13.1’i bulmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin asıl problemi üniversite sayısının fazlalığı değil, üniversitelerdeki öğrenci kontenjanlarının yüksekliğidir.
Çözüm İçin Acil Adımlar: MEB ve YÖK’e Düşen Görevler
Eğitim sistemindeki bu sorunun çözümü için iki önemli kurumun acil adımlar atması gerekmektedir:
MEB’e Düşen Görevler:
- İlk ve ortaöğretim kademelerinde etkili bir eleme ve yönlendirme sistemi kurulmalıdır.
- Zorunlu eğitim, 5+3 sistemi gibi yeniden yapılandırılmalıdır.
- Öğretmen kalitesi ve eğitim yöneticiliği standartları yükseltilmelidir.
YÖK’e Düşen Görevler:
- Üniversitelerdeki kontenjanlar ciddi oranda azaltılmalıdır.
- Meslek Yüksekokulları (MYO) yeniden yapılandırılmalıdır.
- Akademik yükselme için dönemsel kriterler yerine gerçek yeterliliği ölçen çok yönlü ölçütler getirilmelidir.
- Üniversite yönetimi ve yöneticiliği için liyakat temelli ölçütler belirlenmelidir.
Son söz: Muhasebesi yapılmayan bir hasattan zenginlik elde edilemez.