İletişimin Doğru Kanalını Bulmak

Bu yazının başlığına bakıp, rezonans kanunu gibi sahte bilimsel bir konudan veya temelsiz bir hipotezden bahsedeceğimi zannetmeyin. Bu başlık, size “Sen iste, tüm evren sana destek olur” benzeri bir yanılgıyı da çağrıştırmamalıdır. Başlıkta geçen frekans sözcüğünü tamamen mecazi bir manada kullandım. Buradaki “frekansı yakalamak” deyişi, bir hayvanın ya da bir insanın kavrayabileceği bir dil kullanma anlamına gelmektedir. Tıpkı bir zamanlar babalarımızın devasa radyolarda istedikleri kanalı bulmak için düğmeleri milimetrik hareketlerle çevirmesi gibi, pek çok insan ve hayvanla iletişim kurmamızı sağlayacak ortak bir zemin mevcuttur. (Fakat ne yazık ki, birazdan göreceğimiz gibi, asla iletişim kurulamayacak insanlar ve hayvanlar da vardır.)

**İSKENDER’İN ATI**

Büyük İskender’in babası olan II. Filip’e oldukça güzel bir at armağan edilir, ancak hayvan son derece huysuzdur. At, üzerine binmeye teşebbüs eden tüm seyislere yalnızca kısa bir müddet izin veriyor, sonrasında ise şaha kalkıp binicisini yere deviriyordu. Çok sayıda seyisin denemesine rağmen netice hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bütün bu süreci dikkatle gözlemleyen genç İskender, ata binmek için izin ister ve babası Filip, gönülsüz de olsa bu isteği kabul eder. İskender, atın yüzünü güneşe doğru çevirir, onu bir süre okşadıktan sonra üzerine sıçrayıp dosdoğru güneşe doğru ilerler. At, şaşırtıcı bir sakinlikle yol alır. Bu durum herkesi hayrete düşürür. Genç İskender, atın kendi gölgesinden ürktüğünü anlamıştır. (Günümüz tabiriyle atta bir gölge fobisi mevcuttur.) At, dairesel hareketler sırasında yüzü güneşe dönükken gölgesini görmediği için sakindir; fakat güneş arkasına geçip de gölgesi önüne yansıdığında korkuya kapılmaktadır. Oğluyla büyük gurur duyan Filip, “Gelecekte benim imparatorluğumun hudutları sana yetersiz gelecek” der. İskender, bir bakıma atın frekansını yakalayarak onun dilini çözmüştür.

**DEVENİN GÖZYAŞLARI**

2006 senesinde belgesel kategorisinde ödül alan bir film bulunmaktadır. Orta Asya’da geçen bu belgeselde, bir deve albino bir yavru dünyaya getirmiş ve içgüdüsel bir refleksle yavrusuyla ilgilenmeyi reddederek onu emzirmemektedir. Devenin sahibi, sükunetle bir “morin khuur” sanatçısı bulur. Morin khuur, imparatorların sazı olarak da tanınan ve viyolonsele benzer bir tınıya sahip olan bir çalgıdır. Sanatçı bu enstrümanı icra etmeye başladığında, bir kadın da çok güzel bir ses tonuyla ninni söylemeye başlar. Bu müzik ziyafeti yaklaşık yedi-sekiz dakika kadar devam eder. Bir süre sonra anne devenin gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Müzik kesildiğinde, anne deve yavrusunun yanına yaklaşır ve onu emzirmeye başlar. Böylece devenin frekansı yakalanmış olur. (Ben bu belgeseli NTV kanalında izledim. Anlatılanların gerçek mi yoksa bir kurgu mu olduğunu bilmiyorum ama gerçek olma olasılığı oldukça yüksek. Bu çözümün nasıl keşfedildiğini ise doğrusu merak ediyorum.)

**MAGANDA NEZAKETİ**

Onların frekanslarını, yani anladıkları dili yakaladığınız takdirde en beklenmedik kişilerle bile anlaşmaya varmanız olanaklıdır. Mesela, bir anlık dalgınlıkla arabanızla tali yoldan çıkarak ana yolda ilerleyen bir aracın önüne geçtiğinizi farz edelim. Arkanızdaki aracın sürücüsü, bir maganda, size öfke dolu bakışlar fırlatıyor. Aynadan ona doğru elinizi kaldırmanız, “özür dilerim” anlamına gelen bir jesttir. Bu davranışınız karşısında büyük bir olasılıkla o maganda da size “Mühim değil, canın sağ olsun” manasında bir işaretle karşılık verecektir. Bu şekilde onun frekansını yakalamış ve onunla aynı dili konuşmuş olursunuz. Veya yaz geceleri terasta gece yarısına kadar gürültülü bir şekilde tavla oynayarak sizi uykusuz bırakan bir komşunuz olduğunu düşünelim. Kapısına gidip onu uyarmanız, bir tartışma çıkma olasılığını artırır. Fakat bir kutu baklava alıp kapısına gitseniz ve “Komşum kusura bakmayın, siz terasta tavla oynarken çıkan sesten uyuyamıyorum, acaba içeride oynamanız mümkün olabilir mi?” diye sorsanız, aranızda bir uzlaşma sağlanması kuvvetle muhtemeldir. Eşimin dedesi, bastonunu merdivenlere vura vura Maltepe Camisi’ne sabah namazına gidermiş. Bir gün komşularından biri kendisine lastik bir baston ucu alıp armağan etmiş. Dedemiz, bu hediye karşısında hem farkında olmadan verdiği rahatsızlık nedeniyle mahcup olmuş hem de bu ince düşünce karşısında çok sevinmiş.

**KİRPİNİN KARAMSARLIĞI**

Yukarıda tarif ettiğim uzlaşma stratejileri, bazı koşullarda etkisiz kalır. Afrika’da bir köyden diğerine giden bir çocuğa sopa verilir; eğer çocuk bir sırtlanla karşılaşırsa, sopayı başının üzerinde dikey bir şekilde tutar. Bu durumda sırtlan, onu bir bütün olarak algılayıp kendinden daha iri sandığı bu varlığa saldırmaktan çekinir. Bu güzel bir taktiktir. Ancak bu strateji, bir timsahla karşılaşıldığında kesinlikle işe yaramaz. Sulhi Dölek’in “Kirpi” isimli romanı, Oscar Wilde’in bir sözüyle açılır. Wilde, “Anladığımız bir insana düşmanlık duyamayız” demiştir. Buna mukabil, romandaki karakter Kirpi Reşat ise “Düşmanlarımızı katiyen anlayamayız” şeklinde bir karşıt görüş sunar. Burada bir kilitlenme, bir paradoks söz konusudur. Erdemleri ve adaletleri tamamen kendilerinden menkul olan bazı acımasız diktatörleri anlamamız mümkün değildir, anlamayı da arzu etmeyiz ve anlasak dahi bu bir fayda sağlamaz. Özetle, onların frekansına dahil olmak, onlarla müşterek bir dil bulmak imkansızdır. Örneğin Hitler, Stalin ve Şili diktatörü Pinochet gibi isimleri bu gruba dahil edebiliriz.