Tek bir mektup, insanlık tarihinin akışını yönlendirebilir mi? Daha da cesur bir soruyla, hayatın en derin sırrı, mürekkepli bir kâğıt parçasının satır aralarında gizlenmiş olabilir miydi? Bilim tarihinde, bir fikrin, bir taslağın veya bir formülün mevcut tüm bilgileri kökten değiştirdiği anlar mevcuttur. Bu anlardan biri de, 19 Mart 1953’te, genç bir fizikçinin oğluna yazdığı yedi sayfalık el yazısı mektubun içinde saklıydı. Bu mektup, yalnızca birkaç yıl süren yoğun çalışmaları ve parlak zekâsıyla Nobel Ödülü’ne uzanacak olan Francis Crick tarafından kaleme alınmıştı ve insanlığın en büyük gizemlerinden biri olan DNA’nın yapısına dair ilk detaylı izahatı sunuyordu.
Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, genetik bilginin nesilden nesile nasıl aktarıldığı hâlâ büyük bir bilinmezlikti. Kromozomların protein ve nükleik asitlerden meydana geldiği bilinse de, bilim çevrelerindeki genel kanı, binlerce farklı işlevi yerine getiren proteinlerin bu karmaşık genetik görevi üstlenmek için daha uygun adaylar olduğu yönündeydi. Ancak 1944’te gerçekleştirilen bir deney, bu yaygın önyargıyı temelden sarstı. DNA’nın genetik materyalde başrol oynadığının kabul edilmesi, onun gizemli yapısını çözme yarışını da ateşlemiş oldu.
**BİRLEŞEN İPUÇLARI**
Cambridge Üniversitesi’nden James Watson ile Francis Crick, bu bilimsel arayışın en parlak iki ismi olarak öne çıkıyordu. İşin ilginç yanı, bu ikilinin kendi laboratuvarlarında herhangi bir deney yapmamış olmasıydı. Onların asıl dehası, başka bilim insanlarının deneysel çalışmalarından elde ettikleri verileri kullanarak dağınık gibi görünen yapboz parçalarını birleştirmek ve bütüncül bir model ortaya koymaktı. Bu süreçte, özellikle Londra’da çalışmalarını yürüten Rosalind Franklin ve Maurice Wilkins’in X-ışını kristalografisi tekniğiyle elde ettikleri bulgular, yapbozun en kritik parçalarını oluşturdu. Franklin’in bu tekniğe kazandırdığı yenilikler ve bilhassa “Fotoğraf 51” adıyla anılan X-ışını kırınım deseni, DNA molekülünün sarmal bir formda olduğunu gösteren temel delildi. Ne var ki bu hayati önemdeki görüntü, Franklin’in onayı ve bilgisi olmaksızın Wilkins tarafından Watson ve Crick’e sızdırılmıştı.
Maalesef, bilim tarihindeki bazı dehalar, hak ettikleri değeri zamanında alamamıştır. Rosalind Franklin, 1958 senesinde, henüz 37 yaşındayken yumurtalık kanseri sebebiyle hayatını kaybetti. Nobel Ödülleri’nin ölümden sonra verilmemesi ve en fazla üç kişi arasında paylaştırılabilmesi gibi kurallar nedeniyle, Franklin’in bu büyük onura ortak olması imkânsız hale geldi. Çok sayıda kaynak, o dönemde yaygın olan cinsiyetçiliğin ve kişisel anlaşmazlıkların, Franklin’in katkılarının göz ardı edilmesinde rol oynadığını belirtir. Hâlbuki Watson ve Crick’in başlangıçta hatalı bir model üzerinde çalıştıkları ve Franklin’in üstün bir kimyager olarak bu hataları düzelttiği bilinen bir gerçektir. Yıllar sonra, 2020’de Franklin’in 100. doğum günü anısına İngiliz Kraliyet Darphanesi, onun adına 50 penilik bir hatıra para bastı. Bu, gecikmiş de olsa önemli bir takdir göstergesiydi.
Watson, Crick ve Wilkins, DNA’nın yapısını çözmelerinden yaklaşık on yıl sonra, 1962 yılında Fizyoloji veya Tıp alanında Nobel Ödülü’nü paylaştı. Böylesine çığır açan bir buluş için dokuz senelik bir gecikme ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Fakat Nobel Komiteleri, yapının biyoloji bilimi için taşıdığı devasa önemi nihayetinde kabul ederek ödülü vermekten çekinmedi.
Peki, öykümüzün başındaki mektubun akıbeti ne oldu? Francis Crick’in oğluna yazdığı ve buluşlarını “çok mühim bir keşif yaptık” sözleriyle müjdelediği o el yazısı mektup, bir baba-oğul arasındaki özel bir yazışmadan çok daha öte bir anlam taşıyordu. Mektup, DNA’nın doğrusal ve sarmal yapılarının, baz eşleşmelerinin (C-G, A-T) ve çift sarmalın kendini nasıl kopyalayarak genetik bilgiyi aktardığının şematik çizimlerini barındırıyordu. Bu belge, DNA yapısını detaylandıran ve laboratuvarlarından çıkan ilk yazılı doküman niteliğindeydi.
Crick’in 88 yaşında vefatından dokuz yıl sonra, 2013’te, aralarında oğlu Michael Crick’in de bulunduğu mirasçıları, Crick’in Nobel madalyası ve laboratuvar defterleri gibi bilimsel yadigârlarını açık artırmayla satmaya karar verdi. Bu satıştan elde edilecek gelirin tıbbi araştırmalara aktarılması hedefleniyordu. Düzenlenen müzayedede söz konusu mektup, bir milyon dolarlık tahminleri dahi aşarak tam 6 milyon 59 bin 750 dolarlık bir fiyata alıcı buldu. Bu rakam, bir mektup için o güne dek ödenmiş en yüksek meblağ olup, Abraham Lincoln’ün 1864 tarihli bir mektubu için ödenen 3.4 milyon dolarlık rekoru da kırmış oldu.
Günümüzde, el yazısıyla yazılmış mektupların yerini büyük ölçüde dijital iletişim araçları almış durumda. Bir zamanlar tavan arasındaki bir kutuda keşfedilen tarihi belgelerin yerini, artık bir e-posta ekindeki dijital imzalı dosyalar alıyor. Hatta yapay zekânın metinler ürettiği bu çağda, dijital bir belgenin gerçekten yazarının özgün düşüncelerini ne ölçüde yansıttığı da önemli bir soru işareti. Yine de, Crick’in Michael’a yazdığı mektup gibi eserler, insanlığın bilimsel merakının ve keşif arzusunun somut bir kanıtı olarak değerini korumaya devam edecektir.
Eğer bu büyüleyici öykünün ayrıntılarına daha derinlemesine dalmak isterseniz, Siddhartha Mukherjee’nin kaleme aldığı “Gen: Hayli Kişisel Bir Hikâye” adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Bu eser, genetik biliminin geçmişten günümüze uzanan yolculuğunu ve DNA’nın sırrının çözülmesinin insanlık için ne ifade ettiğini son derece akıcı bir dille okuyucuya sunuyor.