Kamusal Alanda Söylenenler ve Gerçek Düşünceler Arasındaki Uçurum
Televizyonlardaki siyaset tartışmalarında giderek daha sık tanık olduğumuz bir durum var: Bir katılımcı, savunduğu fikrin rakip görüşteki kişiler tarafından özel sohbetlerde aslında doğrulandığını iddia ediyor. Ancak bu iddianın hemen ardından kritik bir cümle ekleniyor:
“Fakat bunu kamusal alanda asla dile getiremez.”
Hatta bazen, ismi geçen kişinin bu görüşü açıkça inkâr edeceği bile vurgulanıyor.
Siyaset arenasınnda neredeyse normalleşen bu durum, aslında derin bir endişe kaynağıdır. Bu, sadece bireylerin değil, düşüncelerin de ikiye ayrıldığı, kişisel kanaatler ile kamusal söylemler arasındaki makasın tehlikeli bir şekilde açıldığı bir ruh halini yansıtıyor. Bu durum, bireysel bir çelişkinin ötesinde kolektif bir yarılmaya işaret ediyor ve buna “kamusal şizofreni” adını verebiliriz.
Gündelik Yaşamda Bölünmüş Kimlikler
Bu bölünmüşlüğün yalnızca siyasetin üst kademelerinde değil, gündelik hayatın en sıradan anlarında bile kendini göstermesi, “kamusal şizofreni”nin kişisel bir sorundan ziyade çağımızın ortak bir ruh haline dönüştüğünü kanıtlıyor.
Modern bireyin kimliği, içinde bulunduğu ortama göre sürekli şekil değiştiriyor. Aynı insan, iş yerinde farklı, ailesinin yanında farklı, sosyal medyada ise bambaşka bir kimliğe bürünebiliyor. Başlangıçta sağlıklı bir sosyal uyum gibi görünen bu davranış, zamanla düşüncelerin samimiyetini ve benliğin bütünlüğünü tehdit eden bir yarılmaya dönüşme potansiyeli taşıyor. Özgür olmayan toplumlarda bir hayatta kalma stratejisi olan bu durum, görünüşte özgür fakat yargılayıcı çevrelerde ise bir kabul görme çabasıdır. Bu bölünmüşlük derinleştikçe, kamusal alan gerçek fikirlerin çarpıştığı bir yer olmaktan çıkıp bir “pozisyon alma tiyatrosu” sahnesine dönüşüyor.
Rol Yapmak ve İçsel Gerilim
İnsanların zaman zaman rol yapması doğaldır. Ancak oynanan roller ile gerçek inançlar arasındaki mesafe arttıkça, ortaya sadece bir toplumsal maske değil, aynı zamanda derin bir içsel gerilim çıkar. Peki, birey inandığı değerler ile toplumun onayı arasında sıkıştığında ne yapar? Sessizliği mi tercih eder, yoksa inançlarını mı eğip büker? Bu ikilem, zamanla ahlaki yorgunluk, utanç ve öz-benliğin yitirilmesine yol açar.
Kendiliğin Seri Üretimi: Kavramsal Çerçeve
Bu parçalanmış benliği ve suskunluk halini daha iyi anlamak için sosyal bilimlerin ve edebiyatın sunduğu bazı kavramlara bakmak faydalı olacaktır. Bu durum, modern insanın karmaşık toplum yapısında kendine yer edinmeye çalışırken ne kadar çok “kendilik” ürettiğini ve bunun nasıl bir içsel bölünmeye yol açtığını gösterir:
- George Orwell’in “Doublethink” Kavramı: Bireyin birbiriyle çelişen iki düşünceyi aynı anda zihninde barındırması ve ikisine de inanması durumudur. Kamusal şizofreni de kişinin hem inandığı bir fikri hem de onun tam zıddını farklı ortamlarda savunabilmesidir.
- James C. Scott’un Ayrımı: Scott’un “public transcript” (kamusal metin) ve “hidden transcript” (gizli metin) ayrımı bu ikili yapıyı netleştirir. Birey, kamusal alanda toplumun onayladığı metni okurken, özel alanda ise asıl düşüncelerini içeren gizli metni saklar.
- Erving Goffman’ın “Yüz Yönetimi”: “İmaj kontrolü” olarak da bilinen bu kavram, insanların çevrelerinden gelecek tepkilere göre hangi benliklerini ve yüzlerini sergileyeceklerini dikkatle seçmelerini ifade eder.
Bireyin Karanlık Bilinç Dışı: Anonimlik
Toplumsal baskı, zamanla yerini bireyin kendi kendini denetlediği yatay bir kontrol mekanizmasına bırakır. İfade rejimleri katılaşırken, kimin neyi, ne zaman söyleyebileceğine dair görünmez kurallar bireyin düşünce sınırlarını da belirler. İşte bu noktada, sosyal medyadaki anonimlik kültürü, kamusal şizofreniye karşı geliştirilmiş bir tür antitez görevi görür. Bireyler, gerçek kimlikleriyle ifade edemedikleri ne varsa, sahte kimliklerin arkasına sığınarak dışa vurur. Bu durum, kamusal alanın iki yüzlülüğünü besleyen karanlık ve kolektif bir bilinç dışı yaratır. Nihayetinde, bastırılan her düşünce farklı bir maskeyle mutlaka geri döner.
Yabancılaşma ve Güvensizlik İklimi
Kamusal şizofreni, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, insanın kendilik hissini de erozyona uğratır. Farklı ortamlarda farklı kimlikler sergilemek, bireyin topluma olduğu kadar kendisine de yabancılaşmasına yol açar. Hakikati dile getirememek, ahlaki bir yorgunluk ve içsel bütünlük kaybı yaratır. Bu durum, yalnızca bireysel değil, toplumsal düzeyde de derin bir güvensizlik iklimi doğurur. Kamusal şizofreni, aslında giderek derinleşen bir yalnızlık halidir ve belki de bu yüzden artık kim olduğumuzu değil, kim gibi görünmek zorunda kaldığımızı konuşmanın zamanı gelmiştir.