“Mehmed Âkif’i okuyan adam, herşeyden önce büyük bir şâirle karşı karşıya olduğunu kabûl etmek ve san’atin insanı çekip götüren kudretine teslîm olmak vazıyetindedir”
Yıllar süren okumaların ardından Mehmet Akif’in eserleri incelendiğinde, şairin aruz veznine olan hâkimiyeti ve Türkçeyi bu vezin içinde kullanma ustalığı hemen fark edilir. Eserlerinin dış mükemmelliği, edebi bir yapıt için güçlü bir başlangıçtır. Ancak bu şekil güzelliğinin ötesinde, insanı asıl saran şey, heyecanları ölçüye sığmayan engin bir ruhun çarpıcı musikisidir. Mehmet Akif’i okuyan her birey, öncelikle ‘Büyük bir şair’ ile karşılaştığını kabul etmeli ve sanatın insanı alıp götüren gücüne teslim olmalıdır.
Safahat’ı Saran Üç Temel Vasıf
“‘Safahat’ın yedi cildini baştan aşağıya kadar saran hava içinde şaire şairlik vasfını kazandırmış bir tapu senedi gibi dalgalanan heyecan, hangi menbalardan kuvvet almaktadır?” Akif’in şiirlerinde üç temel özelliğin hâkimiyeti dikkat çeker:
- İçtimaî (Toplumsal)
- Millî (Ulusal)
- Dinî
1. Toplumsal Bakış
Şair, yaşadığı toplumun manzaralarını son derece güçlü bir yerel renkle tasvir etmiştir. İstanbul’un fakir ve orta halli sınıfı, onun şiirlerinde maddi ve manevi hayatının tüm akışıyla canlı, elle tutulur ve gözle görülür bir şekilde var olur. Mehmet Akif, sanatın toplumsal bir değer taşıdığını bilen ve onu, duygu ve düşüncelerini cemiyete aşılamak için kudretli bir araç olarak gören bir sanatkârdır. Halka aşılamaya çalıştığı temel fikir ise şu mısralarda özetlenir:
‘Bugün ferdî mesâînin nedir mahsûlü, hep hüsrân!
Yaşanmaz böyle tek tek; devr-i hâzır: devr-i cem’iyyet!’
Şark’ın asırlardır süren tevekkül, tembellik ve manevi bir güçten medet umma alışkanlığını sarsmaya çalışan şair, hiçbir şiirinde kişisel dertlerine yer vermez; daima kitleyle meşgul olur ve toplumsal yaraları deşer.
2. Millî Duruş
Şairin eserlerindeki “Millî” olma vasfı, yaşadığı toplumun hayatını tipik özellikleriyle canlandıran yerli malzeme, renk, koku ve heyecanı taşımasından gelir. Çanakkale ve Anadolu İstiklâl harplerinin o muazzam heyecanı, en iyi onun mısralarında tunçlaşarak ebediyete uzanan bir abideye dönüşmüştür.
Refik Ahmet’in Gözünden Âkif ve Kemalizm Çatışması
Ancak, 29 Aralık 1936 tarihli Kurun gazetesinde, Neşriyat Müdürü Refik Ahmet Sevengil, Mehmed Âkif ile Tevfik Fikret ve Kemalizmi karşılaştırarak, Âkif’in ve onun dünya görüşünün miadını doldurduğunu iddia eder.
“Mehmet Akif’in milliyet telâkkisi ile bizim bugünkü düşüncelerimiz arasında açık bir fark yok mudur? Biz milliyeti onun ve daha evvel Namık Kemal’in anladığı gibi mi anlıyoruz? Elbette değil. (…) Ve büyük Akif, sağlığında zamanını kapamış bir adamdı; onun nesli bütün telâkkilerile beraber göçüp gitmişti.”
3. Dinî Kimlik ve Eleştiriler
Şiirlerinin üçüncü vasfı “Dinî” olmaktır. Fatih Camii müderrislerinden İpekli Hoca Tahir Efendi’nin oğlu olarak sağlam bir İslâm terbiyesiyle yetişmiş, Baytar mektebinde aldığı müsbet ilimlerle de İslamlığını hurafelerden arındırmıştır. Ancak Sevengil’e göre Âkif, ilahi bir cezbeye tutulmuş bir derviş gibi etrafında olup biteni görememiştir.
“Lâmekânlarda mısın, nerdesin ey gâib İlâh?
Dönerim enfüs-ü-âfâkı ezelden beridir;
Serpilip kubbene donmuş o ışık damlaları,
Seni yer yer arıyan yaşlarımın izleridir!”
Sevengil, Âkif’in bu alanda “muztarip bir muhafazakâr” olarak kaldığını, istikbali görme konusunda ise Tevfik Fikret’in daha büyük olduğunu savunur. Ona göre, birini sevmek diğerini yermeyi gerektirmez; her ikisi de sanatı toplumsal bir değer olarak görse de, telkin etmek istedikleri fikirlerde ayrılırlar.
Kurun Gazetesi ve Osmanlı’nın Yıkılışı Üzerine
Aynı tarihli Kurun gazetesinin başmakalesinde ise Sadri Ertem imzasıyla Antakya meselesi ele alınırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dair çarpıcı bir tespit yer alır:
“Osmanlı imparatorluğunun yıkılması, tarihin bir zarureti idi. Bu imparatorluğun enkazından çıkan bütün milletler, onu yıkmak hususunda hep bir saftaydı. İmparatorluğu katî olarak yıkan, onun tarihî rolünü nihayetlendiren, Türk milletidir.”
Bu ifadeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesinin, Mustafa Kemâl ve yakın çevresinin bir emeli olduğu ve bu emelin Türk Milleti adına iftiharla beyan edildiği şeklinde yorumlanmaktadır. Siyonist, Sabataî ve Farmason emellerinin Türklere mal edilmesindeki incelik ise ayrıca dikkat çekicidir.