İlk olarak, Albert Einstein’ın Türkiye’de ‘Benim Gözümden Dünya’1 adıyla yayımlanan eserinde bulunan “Faşizm ve Bilim” başlıklı makalesine bakalım:
Devlet Bakanı Sinyor Rocco’ya Mektup
Roma
Sayın Beyefendi,
İtalya’nın önde gelen saygıdeğer bilim insanlarından ikisi, vicdani bir konuyla ilgili bana danışarak İtalya’da aydınların gördüğü zulmün, eğer mümkünse, engellenmesi için size yazmamı rica ettiler.
Faşist sisteme bağlılık bildiren bir yeminden söz ediyorum. Sizden ricam, sinyor Mussolini’ye, İtalya’nın aydınlarını bu aşağılayıcı duruma düşürmemesi yönünde tavsiyede bulunmanızdır.
Politik görüşlerimiz ne kadar farklı olursa olsun bir noktada hemfikir olduğumuzu biliyorum:
İkimiz de en iyi olanın, Avrupa aklının ilerici başarılarında en yüksek noktaya ulaşması olduğunu görüyoruz. Bu başarı, düşünce ve öğretme özgürlüğüne ve hakikate ulaşma arzusunun diğer her türlü arzuların önüne geçmesine bağlıdır. İşte uygarlığımızın Yunanistan’daki yükselişini ve İtalyan Rönesansında tekrar doğuşunu sağlayan şey tam da bu temeldir. İtalya bugün hâlâ bu yüce amaç uğrunda şehit olan büyük adamlar sayesinde seviliyor ve saygı görüyor.
Sizinle, devletin ne gibi nedenlerden ötürü özgürlüğü kısıtlayabileceği konusunda tartışmaya hiç hevesli değilim. Ancak her hükümet, gündelik çıkarlardan ayrı olarak bilimsel doğruluğa ulaşma gayretini kutsal addetmelidir; dürüst bir şekilde hakikate hizmet edenlerin huzur içinde olmaları hepimizin çıkarınadır. Bu kuşkusuz, İtalyan devletinin çıkarıdır ve onun tüm dünyadaki itibarı için de en uygun olandır.
Ricamın sağır kulaklara hitap etmemesi dileğiyle,
A.E.
***
Art niyetli kişilere fikir vermek gibi olmasın, ancak günümüz Türkiye koşullarında bu metni okuyan bir ihbarcı, kötü niyetli bir yorumcu ya da iftiraya meraklı bir vatandaşın şu şekilde bir çıkarım yapması oldukça olasıdır: Bu kişi, metnin “Faşist diktatör Benito Mussolini’nin akıbeti üzerinden günümüze bir mesaj verildiği” iddiasını ortaya atabilir ve ardından faşist liderin öldürülmesine ilişkin şu detayları sıralayabilir: “Mussolini’nin, sevgilisinin ve birkaç yandaşının cansız bedenlerinin Milano’daki Loreto Meydanı’nda bir Esso benzin istasyonunun çatısından nasıl baş aşağı asıldığını anlatır. Halkın teşhir edilen naaşını tekmeleyip üzerine tükürdüğünü, devrik liderin cesedinin aşağılanmaya ve hakarete maruz kaldığını belirtir. Sonrasında ise Mussolini’nin naaşının, Milano’nun kuzeyindeki Musocco mezarlığında bir mezara defnedildiğini ekler.”
Aynı ihbarcı ve iftiracı zihniyet, muhtemelen şöyle bir argüman geliştirecektir: “Durup dururken Albert Einstein’ın Devlet Bakanı Sinyor Rocco’ya yazdığı bu mektubun şimdi yayınlanmasının sebebi ne olabilir? Buradan çıkarılması beklenen ders nedir? Bu, cumhurbaşkanına ve yönetimine yönelik üstü kapalı bir tehdit midir?”
Peki, bu türden hezeyanlarla nasıl başa çıkılır? Safsata ile gerçek birbirinden nasıl ayrıştırılacaktır?
Ülkedeki tabloya bakıldığında bir tarafta anayasa ve kanunların askıya alındığı, insaf ve merhametten uzak bir siyasi atmosfer ve yönetim anlayışı göze çarpmaktadır. Diğer tarafta, Mao döneminden sonra tarihe karıştığı sanılan “kişiye tapınç” yanılgısının doğurduğu yapay bir efsane ve bu efsaneye inanan kitleler bulunmaktadır. Ve bir de, kendisine “Ben kimim” sorusunu sormaktan yoksun, sahip olduğu devrimci potansiyelin ve yaptırım gücünün farkında olmayan, sürekli şikayet eden ama eyleme geçmeyen devasa bir topluluk vardır. Bu kitleyle kastedilen, emeklilerdir: 5510 sayılı kanunun 4/1-(c) (Emekli Sandığı) bendi uyarınca aylık alan emekli, malul, vazife malulü, dul veya yetim sayısı 2 milyon 442 bin kişidir. Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan emekli olan 2 milyon 104 bin kişi de eklendiğinde, toplam sayı 4 milyon 546 bine ulaşmaktadır. Bu rakamı aileleriyle birlikte ikiyle veya üçle çarptığınızda, ortaya çıkan potansiyel güç, tüm yönetimleri yerinden oynatacak büyüklüktedir. Ayrıca, çalışan kesimi de göz ardı etmemek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın verilerine göre, Mart 2024 itibarıyla kamuda çalışan personel sayısı 5 milyon 238 bin 424’tür. 2024 yılı itibarıyla 2 milyon 104 bin 633 emekçi de bu gruba dahildir. Bu iki grubun toplamı 7 milyon 343 bin 67 kişilik bir ordu eder. Bu sayıyı da en az ikiyle çarptığımızda 14 milyon 687 bin 24 gibi devasa bir rakama ulaşılır.
Bu kadar muazzam bir toplam siyasal gücün içerisinde, iktidardaki AKP partisine destek veren tek bir bireyin bile olmaması beklenir. Fakat bu kitlenin, sınıf bilincine sahip olmadan bir yaptırım gücü oluşturması imkânsızdır. Çalışan sınıflar nezdinde “emek” ve onun “değeri” dışında hiçbir kutsal kavram yer almamalıdır; ne din ne de iman. Çünkü sömürü düzeninin ne Allah’ı, ne kitabı, ne dini ne de imanı bulunur.
Bir emekçinin kendine “Ben kimim” sorusunu yönelttiği an, şu şekilde düşünmesi, karar alması ve konuşması gerekir: “Ben bir işçiyim, bir emekçiyim ve emeğim sömürülüyor. Harcadığım çabanın maddi ve manevi karşılığını alamıyorum. Bu nedenle, hem kendi haklarımı hem de emekçi yoldaşlarımın haklarını korumak amacıyla ilerici ve devrimci bir sendikaya katılmak zorundayım. Oyumu da kesinlikle, emekçilerin ortak mücadelesini savunan soldaki bir sosyalist partiye vermeliyim.”
—1 Alfa Yayınları, Çeviren: Demet Evrenseloğlu, 2020, 23. basım