Modern İnsanın Yalnızlığı: Kendine Mahkum Bir Çağ
Var olmanın temelinde nefes almaktan fazlası yatar; insan bir yere ait olmayı, anlamlı bağlar kurmayı arzular. Duyguların, düşüncelerin ve değerlerin bir anlam ağında buluştuğu bu kıymetli bağlara her zamankinden daha çok muhtacız. Ancak, (post)modern insan, bu bağları özgürleşmek adına değil, yalnızlaşmak pahasına bir bir koparıyor.
Zamanın ruhu artık farklı bir emir veriyor: “Yavaşlama. Hissetme. Sorgulama. Sadece hazzın ve beğeninin peşinden git.” Biz de bu çağrıya uyuyoruz. Daha hızlı yaşıyor, daha çabuk unutuyor ve daha süratli tüketiyoruz. Yalnızca kendi hazzımıza odaklanarak kendimizle oyalanıyoruz. Benliği merkeze almayan her duygu, artık gereksiz bir yük olarak görülüyor. Benlik o kadar şişiriliyor ki, insan kendi içine sığamaz hale geliyor. İnsan artık içi dışına taşan bir varlık değil; dışı büyüdükçe içi boşalan bir gölgeye dönüşüyor.
Narsisizm: Hastalık Değil, Çağın Standardı
Bugünün insanı, kendi etrafında dönen bir gezegen misali, başkalarıyla temas ettiğinde değil, kendine hayran kaldığında var olduğunu zannediyor. Bencillik, bir kusur olmaktan çıkıp sistemin arzuladığı ideal bir karaktere dönüştü. Tıpkı kendi yansımasına aşık olan Narkissos gibi, eğildiğimiz her suda kendi görüntümüze takılıp kalıyoruz. Fakat içtiğimiz hiçbir su, içimizdeki susuzluğu dindirmeye yetmiyor.
Narsisizm artık bir patoloji değil, çağımızın standardı haline geldi. Toplum, empati yerine özsevgiyi yüceltiyor. Beğenilmek, değerli olmaktan; görünmek ise var olmaktan daha önemli hale geldi. Anlamın yerini “etkileşim” alırken, gerçek bir ruh taşımak yerine dijital profilleri yönetmeye odaklandık. Fakat içimizde büyüyen o derin sessizlik, ne hızla ne de hazla kapanıyor. Bu yeni “özgürlük” tanımı, aslında ustaca tasarlanmış bir bağsızlık ve yalnızlık mühendisliğidir.
Hız Kültüründe Unutulan Aşk
Bu gürültülü çağda en büyük darbeyi alanlardan biri de aşk oldu. Artık kimse aşkı sabırla beklemiyor, onun olgunlaşmasını izlemiyor. Aşk, bir meyve gibi hamken dalından koparılıyor ve ağızda bıraktığı buruk tatla bir kenara atılıyor. Aşkı arıyoruz ama sabretmiyoruz. Dokunuyoruz ama hissetmiyoruz. Bir arada duruyoruz ama bağlanmıyoruz.
Modern insan, aşkı ve mutluluğu varılacak bir durak gibi görüyor. Oysa onlar, bir rotanın sonundaki ödüller değil, yolculuğun ta kendisidir. Bu yolculuk sadece duygusal değil; aynı zamanda bir kimya, bir elektrik ve bir fizik yasasıdır. Asıl serüven ise beynin devreye girmesiyle, iki insanın birbirini beslemesiyle başlar.
Toplumsal Körlük: Suça Sürüklenen Çocuklar
Haz çağının inşa ettiği bu yalnız insan, sadece aşka değil, çocuklara da körleşiyor. Kendi benliğine hapsolmuş bir toplum, dışarıda yükselen çığlıkları duyamaz hale geliyor. Son dönemde Türkiye’de akran zorbalığı, hem fiziksel hem de psikolojik boyutlarıyla derin travmalara yol açıyor. Araştırmalar, gençlerin %34’ünün zorbalık mağduru olduğunu gösteriyor. Bu durum, şiddeti normalleştiren ve geleceğin faillerini hazırlayan bir zemin oluşturuyor.
Rakamlar endişe verici:
- 2024 yılında Türkiye’de güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 612 bini aştı.
- TÜİK verilerine göre, suça sürüklenen çocuk sayısındaki artış son bir yılda %10’a yaklaştı.
- Bugün Türkiye’de 3000’den fazla tutuklu çocuk bulunuyor.
Bu veriler, sadece birer istatistik değil; ahlaki, vicdani ve sosyal sistemin çöküş sinyalleridir. Çocuklar artık uyuşturucu baronlarının piyonu, dizilerdeki şiddet kahramanlarının taklitçisi oluyor. Sistem onları yargılıyor ama anlamıyor.
Çocuk Adaletinde Dünya ve Türkiye
Dünyada çocuk adaletine yönelik iki temel yaklaşım var. İngiltere ve ABD gibi ülkeler güvenlikçi bir politika izleyerek çocukları yetişkin gibi yargılarken, Avrupa’da “çocuk her şeyden önce çocuktur” anlayışı hakimdir.
- Almanya: Bir çocuk 14 yaşına kadar cezai sorumluluk taşımıyor.
- İsveç: Hukuk yerine sosyal hizmetler devreye girerek çocuğu suça iten koşulları düzeltmeyi hedefliyor.
- Hollanda: Zorunlu terapiye katılan genç suçlularda tekrar suç işleme oranı sadece %13.
Türkiye’de ise sistem karmaşık ve kırılgan. 12-15 yaş arası çocuklar için hazırlanan sosyal inceleme raporları, çoğu zaman adliye koridorlarında alelacele doldurulan bir formaliteye dönüşüyor. Cezaevleri, çocukları ıslah etmek yerine onları daha organize suç yapılarına dahil eden bir okul haline geliyor. Bazı çocuklar aynı cezaevi kapısından 22 kez girip çıkıyor. Bu, hapsetmenin çözüm olmadığını açıkça gösteriyor.
Adalet, sadece suçun cezasını vermek değil; suçu doğuran karanlığa ışık tutabilmektir. Suç, bireysel bir sapma değil, toplumsal bir sonuçtur.
Sorunun merkezine çocuğu değil, cezayı koyduğumuz sürece ne çocukları kurtarabiliriz ne de toplumu iyileştirebiliriz. Her suçun arkasındaki ihmali, çöküşü ve sistemsel boşlukları görmezden geliyoruz. Çocuğun fail değil, sonuç olduğu bu denklemi kabul etmeliyiz.