Türkiye’de sanatçıların ödemeye mecbur bırakıldığı bedelleri görmezden gelme gibi bir lükse sahip miyiz? Ali Özgentürk ile olan çok yakın dostluğumuzun duygusal etkisine kapılmadan, hayatı boyunca ortaya koyduğu eserlerle çelişen bir biçimde ona yaşatılanları paylaşmanın bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, zihnimde yer eden bazı önemli noktaları vurgulama gereği duydum.
Kamuoyunda pek dile getirilmese de, ülkemiz sandığımızdan çok daha ciddi bir şekilde bulaşıcı hastalıklarla mücadele ediyor. Bu durum, “hasta tavuktan bozuk yumurta çıkar” deyişini andıran olumsuz bir tablo yaratıyor. Şahsen bu hastalıklardan birini yeni atlattım. Fakat çevremde, aşıları tam olmasına rağmen birden fazla kez zatürree geçiren hastaların varlığını öğreniyorum. En acı verici gerçeklerden biri de, efsanevi olarak lanse edilen ve akıl almaz maliyetlere sahip olan şehir hastanelerimizin mevcut durumudur. Günümüz Türkiyesi’nde bir doktorun, kendi uzmanlık alanıyla ilgisi olmayan çok çeşitli sağlık sorunlarına sahip, günde ortalama 60 hastaya bakmak zorunda kaldığı bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu koşullar altında, hekimlerin yurtdışına göçünü durdurabilmek ise neredeyse bir hayal.
***
Sevenlerinin kolayca unutamayacağı gibi, Ali Özgentürk son zamanlarında dahi Asya Film çatısı altında bir şeyler üretme çabası içindeydi. Evine gidip gelen yardımcısı, kendi anahtarıyla kapıyı açtığında, onu yerde, düşme sonucu başını çarpmış ve baygın bir halde buldu. Bu üzücü tabloya tanık olan yardımcısı, durumu hemen ailenin en küçüğü olan Nebil Özgentürk’e bildirdi. Nebil, ağabeyinin hastaneye kaldırıldığını ve bilincinin kapalı olduğunu iletti.
Ali Özgentürk ile odamda gerçekleştirdiğimiz son buluşmamızda, son yıllarda sıkça yaptığı gibi, hasretle göremediği kızlarını anmasına istem dışı bir öfkeyle tepki göstermiştim. “Kendine gel, konuşmakta zorlanıyorsun, önce sağlığına odaklan” diyerek onu uyarmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Gerçeği ifade etmek gerekirse, o günler Asya Film’in efsane olduğu dönemlerden çok uzaktı. Ali ile ilgili son hatıram, Genco Erkal’ın başrolünde oynadığı ve Japonya’dan dünya birincilik ödülü kazanan “At” filminin gösterimi için Bodrum’daki bir festivalden davet almasıydı. Ancak Ali, büyük bir mahcubiyetle, filmin eski kopyalarının onarılıp yenilenmesi gerektiğini, bu olmadan davete icabet etmenin imkânsız olduğunu anlatmaya çabalamıştı. Japon kültürel ilişkileri aracılığıyla, aralarında kültür elçimiz Prof. Selçuk Esenbel’in de bulunduğu yakın tanıdıklarıma bu konuda yardımcı olup olamayacaklarını sormuştu. Ben ise bir gazeteci kimliğiyle araya giremeyeceğimi kendisine söylemeye bile cesaret edememiştim.
***
Onu tanıyanlar zaten bilir, ancak tanımayanlar için altının çizilmesi gereken birkaç husus var. Bana göre, Ali Özgentürk’ün yaratıcılığı ve sanatsal yetenekleri ilk olarak babası tarafından fark edilmişti. Adana’da lise öğrencisiyken fotoğraf makinesi tutkusuyla tanışınca, Rus yatırımı olan İskenderun Demir Çelik Fabrikası’na giderek çocukları çekmeye karar verdi. Orada, fabrikanın bahçesinde oynama izninin sadece memur çocuklarına verildiğini, işçi çocuklarının ise alınmadığını keşfetti. Bu eşitsizliği belgelediği fotoğraf karelerini art arda dizerek oluşturduğu “kısa metrajlı film” ile Moskova’dan ilk uluslararası birincilik ödülünü kazandı.
Güney Amerika’dan esinlenerek kurduğu “Devrim için hareket” adlı sokak tiyatrosu, 1968 kuşağı gençliğinin eylemlerinin bir sembolü haline gelmişti. O kuşağın içinde, evlatlarına, özellikle de kızlarına olan sevgisini onunki kadar büyük bir tutkuya dönüştürebilmiş çok az insan hatırlıyorum. En büyük dileğim, komadayken değil de bilinci yerindeyken kızlarının ellerini bir kez daha tutabilmiş ve onlara sevgisini gösterebilmiş olmasıydı.