Uçurumun Kenarında: Eski Yöntemler Tükendi, Yeni Çözümler Şart

Değerli okuyucularım, maalesef kritik bir yol ayrımına ulaştık; ya aracı uçuruma doğru yönlendireceğiz ya da hep birlikte tamamen yeni sorular sorarak çözüm yolları arayacağız. Gözlemlenen tablo şudur: Halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları adeta esir alınmış durumda ve muhalif medya organları açıkça baskı altına alınıyor. “Şeriat istiyoruz!” sloganları yeniden duyulmaya başlandı. Dijital platformlarda sesimizi ne kadar yükseltsek, meydanlarda ne kadar bir araya gelsek de ülkemizin kontrolümüzden çıktığını çaresizce izliyoruz. Bu sebeple, daha önce denenmemiş yöntemler geliştirmek zorundayız. Bugünlerde yargı, bir silah gibi aleyhimize kullanılıyor. Dolayısıyla ilk adım, yargının hareket alanını kısıtlayıp asli görevlerine odaklanmasını sağlamak olmalıdır. Ne kastettiğimi birkaç örnekle açıklamak istiyorum:

Memleketimizin, bilhassa Ege Bölgesi’nde, binlerce hektarlık ormanlık alan alevlere teslim oldu. Bu felakette sayısız köy haritadan silindi, yüzlerce konut ve tarım arazisi kullanılamaz hale geldi, binlerce vatandaşımız ise mağduriyet yaşadı. Bu yangınların bir bölümünün kasıtlı olarak ülkemize zarar vermek amacıyla çıkarıldığı iddia edilse de, çok sayıda görgü tanığı ve fotoğraf, felaketin asıl kaynağının farklı olduğuna işaret ediyor. Kanıtlar, yangınların bölgedeki elektrik dağıtım şirketinin (ismini hepimiz bilsek de gazetemizin hukuki sorunlar yaşamaması adına zikretmiyorum) son üç senedir ihmal ettiği elektrik hatlarından kaynaklandığını ortaya koyuyor. Bakımsız tellerin birbirine temasıyla çıkan kıvılcımlar bu büyük afete yol açtı. Üstelik, enerji nakil hatlarının altındaki kolayca alev alabilen çalıların her yaz başlangıcında temizlenmesi zorunluluğu da göz ardı ediliyor. Ortada ne bir denetim mekanizması ne de bir uyarı sistemi mevcut. Söz konusu elektrik firması ise yalnızca kârına odaklanmış görünüyor; vergilerini düzenli ödeyip ödemedikleri dahi bir muamma ve bu konunun da ayrıca incelenmesi şart.

Bu noktada barolara büyük bir sorumluluk düşmektedir. Görevleri, mağdur olan aileleri tek tek ziyaret ederek, onları sorumlu elektrik şirketine karşı yasal süreç başlatmaları için teşvik etmektir. Ancak bu mücadele yalnızca avukatların omuzlarına bırakılamaz; tüm muhalif parti üyelerinin ve gönüllülerin de bu çabaya katılarak kapıları çalması elzemdir. Ardından, ellerinde dava dosyalarıyla adliye binalarının önünde hak arayışı için toplanan mağdurlar ve onlara destek veren gönüllülerden oluşan uzun kuyruklar hayal edin. Yüzlerce insanın dilekçelerini sunmak için sıra beklediğini düşünün. Elbette, bu süreçte fiziksel müdahale, coplanma ve hatta gözaltı gibi risklerle karşılaşabilirler. Fakat evlerini, bereketli arazilerini, hayvanlarını ve hepsinden değerlisi hatıralarını kaybetmiş bu insanlar için bu tür yıldırma çabaları anlamsız kalacaktır. Ayrıca, ülkemizde faaliyet gösteren hayvan hakları ve doğa koruma derneklerinin de bu hak arayışında ön saflarda yer alması gerekmektedir.

Bunun bir ütopya olduğunu düşünenleriniz olabileceğinin farkındayım. Ancak bu bir hayal ürünü değil; şu an esaret altında olan Can Atalay ve yoldaşlarının Soma maden felaketinin ardından ne denli büyük bir gayretle kapı kapı dolaştığını unutmayalım. Bu vesileyle Can’a selamlarımı iletiyor ve bir hayali gerçeğe dönüştürme yolundaki çabaları için minnet duyduğumu belirtmek istiyorum.

Ülkeyi uçurumun eşiğine getiren bir diğer büyük tehlike ise su kıtlığıdır. Bir zamanlar “su zengini” olmakla gurur duyan ülkemiz, şimdi “su fakiri” konumuna düşmüştür. Özellikle Hatay’da yetkililerin açıklamalarına göre yalnızca 60 günlük su rezervi kalmıştır. Benzer şekilde Ege Bölgesi de ciddi bir kuraklıkla karşı karşıyadır. Konya’da ise yeraltı sularının aşırı tüketimi neticesinde meydana gelen obrukların sayısı 1000’i geçmiş durumdadır. Bu duruma gelinmesinin nedenleri arasında, Karadeniz’in coşkun akan derelerini kurutan plansız HES (Hidroelektrik Santrali) projeleri ve ormanlık arazilerimizin “her şey dahil” oteller ile zevksiz yazlık konutlar inşa etmek uğruna tahrip edilmesi bulunmaktadır.

Buna ek olarak, orman arazilerinin bitişiğine kadar yapılaşmaya müsaade edilmesi de büyük bir sorundur. 40 dereceyi bulan sıcaklıklarda, evinin çatısında kaynak yaparken koca bir ormanı ateşe veren sorumsuz kişilere tanık olduk. Gelinen noktada belediyeler, halkı su tasarrufuna davet eden kamu spotları yayınlamak zorunda kalıyor; ancak ne yazık ki kaybedilen doğal kaynaklar geri getirilemiyor.

Meselenin en can alıcı noktası şudur: Halkımız, ne yazık ki bir sorunla ancak doğrudan yüzleştiğinde onun ciddiyetini kavrıyor. Bu nedenle, felaketler kapıyı çalmadan önce toplumu bilinçlendirmek hayati önem taşımaktadır. Bu görev, en başta CHP’ye ve diğer sol partilere düşmektedir. Örneğin, düzenledikleri her mitingde, emekli maaşlarının neden yetersiz kaldığını, devlet gelirlerinin yüzde 80 gibi devasa bir kısmının halkın ödediği dolaylı vergilerden oluştuğunu ve yüzlerce şirketin nasıl vergiden muaf tutulduğunu somut verilerle halka açıklamalıdırlar. Vergi affından yararlanan bu şirketlerin listesinin kamuoyu ile paylaşılması talep edilmelidir. Bu konuları içeren broşürler hazırlanıp dağıtılmalı ve her toplantıda gündeme getirilmelidir. Aynı zamanda, Kürt, Çerkes veya Laz kökenli her bireyin bu ülkenin eşit bir Türk vatandaşı olduğu her platformda vurgulanmalıdır. Laikliğin ateizm demek olmadığı, aksine tüm inançların özgürce yaşanmasının güvencesi olduğu gerçeği, artık bu ülkedeki her insan tarafından anlaşılmalıdır!

Sonuç olarak; her vatandaş, ülkemizin ya liyakatsiz yöneticiler ya da kasıtlı olarak bu topraklara zarar vermeyi amaçlayanlar tarafından kolektif bir felakete sürüklendiğinin farkında olmalıdır. Artık başka bir çıkış yolu kalmamıştır.