Elbette her şey bu yasayla başlamadı. Taşra ve yereldeki rantın yaratılması ve dağıtımını düzenleyen bu mevzuat gündeme geldiğinde, ülkenin kamusal varlıklarının önemli bir kısmı zaten elden çıkarılmış durumdaydı. Kar elde edilebilecek hiçbir fırsatı kaçırmayan siyasi iktidar, 2012’de kanunlaşan 6360 sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası’nı kullanarak ülkenin tüm kaynakları üzerindeki kontrolünü pekiştirmek adına mühim bir hamle yapmış oluyordu.
Aslında bu tip yasal değişikliklerin başlangıcı 2004 senesine dayanmaktadır. Avrupa Birliği standartlarına uyum sağlama hedefiyle, ilerleyen yıllarda (2011-12) Milli Eğitim Bakanlığı görevini de üstlenecek olan Ömer Dinçer liderliğinde bir Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı hazırlanmıştı. Bu tasarının temel amacı, merkezi idarenin yetkilerini kısıtlayarak yerine daha güçlü yerel yönetimler getirmek ve bu yolla katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir bir kamu idaresi kurmaktı. Ancak tasarıya karşı çıkanlar, yeterli birikim, donanım ve altyapıdan yoksun yerel yönetimlere yetki devredilmesinin, yeni bir menfaat paylaşım merkezi yaratacağı tezini savundular.
IMF ve Dünya Bankası tarafından Avrupa Birliği’ne üyelik adına dayatıldığı yönünde eleştirilere maruz kalan bu yasa, aynı zamanda ülkemizin üniter yapısıyla çelişen federal bir devlet modeline geçişin bir provası olarak değerlendiriliyordu. Hazırlık sürecinde katılımın sağlanmadığı ifade edilen yasa, tamamlayıcı kanunlarla desteklenmemesi sebebiyle de tenkit ediliyordu. Yetersiz kaynaklarla donatılan görev ve yetkilerin, siyasi tarafgirlik ve kayırmacılığın hakim olacağı bir idarenin kontrolüne geçeceği yönünde ciddi endişeler mevcuttu. Nitekim Avrupa Birliği’ne üyelik arzusunun zamanla sönümlenmesiyle bu kanun tasarısı da rafa kalktı.
Daha sonraki süreçte, başlangıçta Bütünşehir Yasa Tasarısı olarak planlanan ancak nihayetinde Büyükşehir olarak hayata geçirilen düzenleme ile idari yapıda köklü değişiklikler yapıldı. 2014 yerel seçimlerinin ardından yürürlüğe girecek olan yasayla büyükşehir statüsü kazanmak kolaylaştırılıyordu. Genişleyen sınırlar dahilinde kırsal ve kentsel seçmenlerin oylarını bir arada kullanması, ya siyasi dengeleri altüst edecek ya da mevcut siyasi iktidarın pozisyonunu daha da sağlamlaştıracaktı.
Güçlendirilen büyükşehir belediyelerine, kendilerine bağlanan beldelerin imar planlaması ve altyapı ihtiyaçları için belirli bir oranda kaynak sağlama sorumluluğu yüklenirken, bu vaziyet bir nevi siyasi bağımlılık ilişkisi de doğuruyordu. Merkeze uzak olan yerleşim birimlerine etkin hizmet götürülememesi ise bir diğer problem olarak ortaya çıktı. 2014 seçimleriyle göreve gelen yerel idarelerin en temel şikayetlerinden biri, vergi gelirleri tahsilatında büyükşehrin aldığı payın yüksek olmasıydı. Siyasi rejim, bilhassa kendi partisinden olmayan belediyelere kendi ayakları üzerinde durmalarını telkin ediyor, tabiri caizse onlardan ‘taştan su çıkarmalarını’ bekliyordu. Onlar da tam olarak bunu yaptı; ancak taştan su yerine, sömürülmeye hazır zenginlik kaynaklarının sütünü sağdılar. Daha doğru bir ifadeyle, kanını emdiler!
Siyasi iktidar, tıpkı kiracı-ev sahibi veya toptancı hali-üretici gibi toplumun farklı kesimlerindeki sorunların çözümünü tarafların kendi arasına bırakarak oyununu çözümsüzlük üzerine kurduğu gibi, hizmet için gereken geliri, yani bir nevi ganimeti bulma görevini de yerel yöneticilere havale ediyordu. Yerel yönetici de kendisine siyasi rejimin ülke genelinde uyguladığı metodu model olarak benimsedi. Küçük esnaf, ürününü şehirde satan köylü, zanaatkar ve emek gücüyle çalışan kesimlere dokunmayarak onların onayını alırken, kendi bölgesindeki zenginlik yaratan odakları hedefine koydu. Bu odaklar, örneğin turizm bölgelerinde otelciler ve inşaat sektörü olarak belirginleşti.
Turizmden elde ettiği gelir sayesinde kendisine ayrıcalıklı bir konum yaratan otelci, kumsallar ve ormanlar gibi doğal varlıkları işgal etme ya da emsal oranlarını aşarak kaçak yapılar ve eklentiler inşa etme konusunda kötü bir sicile sahipti. İnşaat ve emlak sektörü ise ruhsat ve imar izni alabilmek için daha en başından kıskaca alınmış, normalleştirilmiş ve dayatılmış kirli bir pazarlığın parçası haline getirilmişti. İnşaat sektörüne kıyasla çok daha uzun zamandır ‘şehre katkı sağlama!’ bahanesiyle sömürülen otelciler, seçtikleri temsilcilerin yerel yönetimlerle kurduğu samimi ilişkiler sayesinde bu süreçten en az hasarla çıkmayı başaran akıllı bir strateji izlemişti. Yerel yönetimlerin temel finansman kaynağı ise inşaatçılar oldu. Yaratılan bu rant; merkeze, şahsi ceplere ve halka hizmet olarak üç parçaya ayrıldı. Halkın hissesine düşen üçte birlik kısım ise ‘sosyal’ veya ‘üretken’ belediyecilik şeklinde lanse edildi.
31 Mart 2024 yerel seçimlerinin ardından ise dengeler değişti ve büyük şehirlerin yönetimi CHP’ye geçti. Bu durum, hem siyasi iktidar ortaklarının rant merkezinin ortadan kalkmasına hem de CHP’nin ilgili bölgelerde örgütsel olarak güçlenmesine zemin hazırlayacaktı. CHP’nin zaferi, belediye personeli ve halk nezdinde büyük bir rahatlama sağlarken, kurum içindeki yozlaşmış unsurlar veya bir önceki yönetime koşulsuz sadakat sergileyenler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Bunların bir kısmı derhal teslimiyet gösterdi! Saadet zincirinin diğer halkaları olarak konumlandırılanların tasfiyesi ise belediye kanunları gereği mümkün olmadı. Dolayısıyla yeni yönetimler, geçmişteki tüm olaylara şahitlik etmiş tecrübeli eski kadrolarla çalışmaya mecbur bırakıldı. Zamanla dokunulmaz olduklarını anlayan bu kişiler, yeni yönetimin altını oymaya çoktan başlamıştı!
Muhalefetin, özellikle de CHP’li belediyelerin, seçimleri kazanabilmek adına farklı dünya görüşlerinden isimlerle aday listeleri oluşturma stratejisi, gelecekteki eylem alanlarını daraltacak bir faktör olacaktı. Anlaşılan o ki, geçmişi sorunlu olduğu bilinen veya sezilen kişilerin sistem dışına itilmesi yerine, içeriden denetlenmesi yönünde bir karar alınmıştı. Gelir kaynakları kesilen bu kişiler, siyasi rejimin muhalefeti bertaraf etme planına hızla dahil oldular. Rejim, neredeyse hiç çaba harcamadan, bilhassa itirafçı mekanizması sayesinde somut suçlama belgelerine ulaştı. Ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu belirsiz geçmişe dönük ithamlarla, halkın hür iradesiyle seçilmiş yerel yönetimler yıpratılmaya ve işlevsizleştirilmeye çalışıldı.
H. Bahadır Türk, ‘AKP 101’ adlı eserinde, “AKP’nin hiçbir adımını tek bir sebeple atmadığını, politik eylem ve kararlarının daima birden çok amaca hizmet ettiğini” maharetle ortaya koyar. Yazara göre AKP, her zaman çoklu kazanç peşindedir. Bu tespitlerden hareketle, ‘Çözüm Süreci’ olarak isimlendirilen siyasi hamle ile CHP’li belediyelere yönelik yürütülen acımasız kuşatmanın, birbiriyle bağlantılı iki AKP hamlesi olduğu görülebilir. Bu hamleyle hedeflenen üçüncü amaç ise, ülke yönetiminin CHP’nin kontrolüne geçmesi durumunda, yerel yönetimlerde tecrübe edilenlerin daha büyük bir ölçekte kendi başlarına da gelebileceği tehdidini savurmaktır. Zira 23 senedir itina ile çürütülen sistem, yeni gelenlerin kısa sürede temizleyemeyeceği kadar yozlaşmıştır ve bu yozlaşma bulaşıcı niteliktedir… Artık, bu korkutma politikasında ne kadar başarılı olabilecekleri ise meçhuldür.