2025’in yarısını geride bıraktık ve yılın bu dönemine kadar öne çıkan en iyi dizileri derleme zamanı geldi. Albüm ve film sıralamalarından farklı olarak, televizyon dünyası hem daha kalabalık hem de takibi daha zor bir mecra. Yüzlerce yapımın arasında kaybolmak işten bile değil; bu da izleyicide zaman zaman kültürel bir “yetişememe” hissi yaratıyor.
Bu nedenle, 2025’te favoriniz olan bir diziyi bu listede göremezseniz şaşırmayın—hatta üzülmeyin. Bu sadece, televizyonun ne kadar zengin ve çok yönlü bir üretim alanı olduğunun göstergesi.
10) The Last Of Us – 2. Sezon (HBO)
HBO’nun aynı adlı video oyunundan uyarladığı popüler dizisi ‘The Last of Us,’ ikinci sezonuyla izleyicileri bir kez daha kaosa sürüklüyor. Naughty Dog’un beğeni toplayan oyun serisinden ilhamla hazırlanan yapım, bu sezon acımasız sürprizler, duygusal darbeler ve yüksek tempolu, mantar kaynaklı bir kıyamet atmosferiyle ekranlara dönüyor.
Medeniyetin çöküşü hız kesmeden sürerken, enfekte yaratıklar inlemeye ve gıcırdamaya devam ediyor. Tüm bu yıkımın merkezindeyse Ellie ve Joel rollerinde Bella Ramsey ve Pedro Pascal var. İkili, sezon boyunca gösterdikleri performanslarla bir kez daha ödül sezonunun güçlü adayları arasında yer alıyor.
Sezonun en çarpıcı yeniliği ise izleyicileri Abby karakteriyle tanıştırması. Kaitlyn Dever’ın canlandırdığı Abby, hem fiziksel olarak zorlu hem de duygusal olarak karmaşık bir düşman figürü olarak karşımıza çıkıyor. Karakterin öyküsü, yılın en çok konuşulan ve en sarsıcı televizyon anlarından birine zemin hazırlıyor.
Ancak her şey kusursuz değil. Sezon zaman zaman tempoda ciddi düşüşler yaşıyor, ton geçişlerinde kararsızlık hissediliyor ve final bölümü aceleye getirilmiş bir izlenim veriyor. Tüm bu pürüzlere rağmen, ‘The Last of Us’ kendini gösterdiğinde televizyonun en sürükleyici ve görsel açıdan en etkileyici yapımlarından biri olmayı sürdürüyor. Golf sopalarına bir daha asla aynı gözle bakamayacaksınız.
9) Dept. Q (Netflix)
Loş ışıklı bodrum katlarında geçen prosedürel dramaları seviyorsanız, Netflix’in yeni dizisi ‘Dept. Q’ tam size göre. Jussi Adler-Olsen’in Danimarka’da büyük ilgi gören ve altı kez sinemaya da uyarlanan roman serisinden uyarlanan yapım, Nordik noir atmosferini İskoçya’nın gotik başkenti Edinburgh’a taşıyor.
Dizinin merkezinde, klasik bir “sorunlu dedektif” profiline sahip DCI Carl Morck (Matthew Goode) yer alıyor. Travmatik bir vurulma olayından sağ kurtulan Morck, eski dosyaları çözmekle görevli yeni bir birimin başına atanıyor. İlk vakasıysa, Savcı Merritt Lingard’ın (Chloe Pirrie) gizemli kayboluşunu araştırmak. Ancak davanın derinlerine inildikçe, yalnızca bireysel değil, kurumsal düzeyde karanlık sırlar da gün yüzüne çıkıyor.
‘The Queen’s Gambit’in yaratıcısı Scott Frank’in imzasını taşıyan yapım, güçlü karakter gelişimleri ve atmosferik kurgusuyla öne çıkıyor. Zaman zaman karikatür sınırına yaklaşan karakterler olsa da, dizinin ruh hali baştan çıkarıcı bir biçimde karanlık ve gizemli. Kelly Macdonald, Shirley Henderson ve Kate Dickie gibi güçlü isimlerin kadroda yer alması ise diziyi daha da izlenesi kılıyor.
8) Andor – 2. Sezon (Disney+)
Başından beri ‘Andor’un ikinci sezonunun aynı zamanda final sezonu olacağı belliydi. Yaratıcı Tony Gilroy’un amacı, diziyi 2016 yapımı ‘Rogue One’a bağlamak ve hikâyeyi doğrudan o filme hazırlamaktı. Ancak bu erken veda, neredeyse üzücü bir durumu da beraberinde getiriyor: Çünkü Andor, iyi yazarlar bir araya geldiğinde ve bir ‘Star Wars’ yapımı, yalnızca bir IP sömürüsü gibi hissettirmediğinde neler başarılabileceğinin somut bir kanıtı.
Cassian Andor’un (Diego Luna) etrafında şekillenen dizi, aksiyonu zekâ ve karakter derinliğiyle birleştirerek Star Wars evrenine beklenmedik bir ciddiyet ve ağırlık kazandırıyor. Diğer spin-off yapımlar – ‘The Book of Boba Fett’, ‘Ahsoka’ ve ‘The Acolyte’ gibi – daha geleneksel yolları tercih ederken, Andor daha farklı bir yol çiziyor: uzay operasının doğaüstü öğelerini geri plana atarak, yer yer kasvetli, ayakları yere basan bir atmosfer yaratıyor ve faşizmin doğası üzerine derinlikli bir analiz sunuyor.
Sadece anlatım değil, oyunculuklar da övgüyü hak ediyor. Genevieve O’Reilly’nin Mon Mothma performansı, Alan Tudyk’in seslendirdiği K-2SO karakteri ve özellikle sezonun finalinde sunulan iki bölümlük doruk noktası, Andor’u Star Wars’un Disney döneminde ürettiği en iyi işlerden biri hâline getiriyor.
İki sezonluk kısa ömrüne rağmen Andor, evrene yeni bir soluk getiren, karanlık ve yetişkinlere hitap eden bir anlatıyla Star Wars dünyasında ender görülen bir başarıya imza atıyor. Veda ederken bile etkileyici.
7) What It Feels Like For A Girl (BBC Three)
“Rahatla ve sadece ‘Çok güzel dudaklarım var’ de.” Abigail’s Party’den bu alıntı, BBC’nin yeni gençlik dramasının kahramanı Byron’ın (Ellis Howard) tekrar tekrar izlemeyi sevdiği sahnelerden biri. Ve bu replik, dizinin ruh hâlini de özetliyor: absürt, kırılgan ve dikkatle gözlemlenmiş bir gerçeklik.
Paris Lees’in 2021 tarihli aynı adlı anı kitabından uyarlanan What It Feels Like For A Girl, 2000’lerin başında İngiltere’de büyüyen trans bir gencin gözünden sınıfçılık, kimlik ve görünüşü korumanın baskıcı mantığı üzerine çarpıcı bir bakış sunuyor. Mike Leigh’in 1970’lerdeki televizyon oyunlarının ruhunu taşıyan yapım, işçi sınıfı atmosferine ve ergenliğin içsel karmaşasına dair etkileyici bir portre çiziyor.
Dizi, ergenlik anılarını hem keskin hem de sürrealist bir mercekten aktararak, genç bir bireyin iç dünyasının karmaşıklıklarını gözler önüne seriyor. Zaman zaman rahatsız edici derecede dürüst, duygusal olarak yoğun ve biçimsel olarak cesur olan anlatı, sadece bir büyüme hikâyesi değil; aynı zamanda kimliğin, aidiyetin ve farklı olmanın yükünü taşıyan bir varoluş anlatısı.
‘What It Feels Like For A Girl,’ İngiltere Yüksek Mahkemesi’nin kadınların yasal olarak biyolojik cinsiyetle tanımlanması yönündeki tartışmalı kararının hemen ardından yayımlandı. Bu zamanlama, dizinin mesajını daha da güçlü kılıyor: İnsan deneyimi, basit tanımları aşan, katmanlı ve derin bir yolculuk.
BBC’nin bu yeni draması, yalnızca genç bir trans bireyin hikâyesini değil; aynı zamanda toplumun görmezden gelmeye meyilli olduğu karmaşıklıkları da cesurca ekrana taşıyor.
6) Hacks (HBO Max)
Ezeli düşmanlar Deborah Vance (Jean Smart) ve Ava Daniels (Hannah Einbinder) bu yıl ‘Hacks’in 4. sezonunda ekrana geri döndüler – ve beraberinde Hollywood’u daha hicivli bir şekilde ele aldılar ve acımasız komedi dünyasında başarılı olmak için neler gerektiğine dair iğneleyici gözlemlerde bulundular.
Yeni sezon, Ava’nın şantajla başyazarlığa yükselmesi ve bu güç oyununun genç komedi yazarı ile efsanevi stand-up komedyeni arasındaki gerilimi daha da derinleştirmesiyle başlıyor. Ab Fab’ın Patsy ve Edina’sının yüzünü kızartacak şımarık, kesici ve sirke dilli repliklere sahip olan ‘Hacks,’ en iyi sitcomlardan biri olmaya devam ediyor. Senaryodan yönetmenliğe ve oyunculuğa kadar her şey mükemmel bir uyum içinde; her sezon daha da iyiye gidiyor; ve beşinci sezon için yenilendiğini düşünürsek, TV’nin en iyi zehirli aşk hikayelerinden birinin devam ettiğini görmek için sabırsızlanıyoruz.
5) Love On The Spectrum – 3. Sezon (Netflix)
‘Love on the Spectrum’, üçüncü sezonuyla şimdiye kadarki en güçlü ve etkileyici dönemine ulaşıyor. Yaşamı onaylayan, eğlenceli ve aynı zamanda derinlemesine düşündüren bu popüler reality dizisi, otistik bireylerin flört deneyimlerini hassasiyetle ele almaya devam ediyor.
Yeni sezonda hem izleyicilerin kalbini kazanmış tanıdık yüzler hem de taze katılımcılar bir araya geliyor. Ancak bu sezonu diğerlerinden ayıran esas unsur, seks, mahremiyet ve kişisel sınırlar gibi ana akım medyada nadiren işlenen konulara gösterdiği açık, özenli ve dürüst yaklaşım.
Her bölümde oyuncuların duygusal olarak nasıl geliştiği net biçimde hissediliyor. Aşkı tanıdıkça ve daha derin bağlar kurdukça, kendilerine olan güvenleri artıyor. Bu büyümenin en dokunaklı örneklerinden biri, Abby’nin David için yazdığı şarkı: “Prensim bana çiçek getirmez, çünkü onun bildiği bir şey var; ben her zaman jelibonları tercih ederim.” Connor’ın Georgia ile yaşadığı ilk öpücük de sezonun en sevimli ve yürek ısıtan anları arasında yer alıyor.
Nöroçeşitliliğin temsili üzerine önemli bir tartışma zemini yaratan dizi, klişeleri yıkmaya ve aşkı her haliyle kutlamaya devam ediyor. ‘Love on the Spectrum’ sadece bir reality şov değil; aynı zamanda empati, anlayış ve kapsayıcılıkla örülmüş sessiz bir devrim.
4) The Pitt (HBO Max)
İlk bakışta klasik bir ‘ER’ uyarlaması gibi görünen, üstelik başrolde Noah Wyle’ın yer alması ve yapımcılığı üstlenmesiyle bu benzerliği güçlendiren ‘The Pitt’, aslında bambaşka bir yol izliyor.
Dizi, Pittsburgh’daki bir hastanenin acil servisinde geçen tek bir vardiyayı —15 saatlik bir zaman dilimini— konu alıyor ve bunu tüm sezon boyunca, gerçek zamanlı bir anlatımla sürdürüyor. Geleneksel hastane dizilerinde sıkça karşılaşılan “topluluk merkezli” yapılar ve dramatize edilmiş klişeler bir kenara bırakılıyor; yerine, kitlesel silahlı saldırılardan trafik kazalarına, personel eksikliğinden malzeme yetersizliğine kadar acil servislerin karşılaştığı tüm krizler soğukkanlı bir gerçekçilikle işleniyor.
Her bölüm, yaşanan bir saatlik dilimi temsil ediyor ve bu yaklaşım, diziyi hem sürükleyici hem de oldukça yorucu kılıyor. Ama bu da, dizinin gücünün bir parçası: ‘The Pitt’, ilk müdahale ekiplerinin hem teknik becerisini hem de insanî şefkatini görünür kılarak, bu yoğunluk dolu dünyaya dair nadir bir samimiyet sunuyor.
İlk sezonu boyunca her adımı “doğru hissettiren” bir gerçekçilikle atan ‘The Pitt’, tıbbi prosedür dizileri arasında özgün ve etkileyici bir yere oturuyor. Bu, sadece bir hastane dizisi değil; günlük dehşetlere karşı gösterilen olağanüstü dayanıklılığın bir belgesi.
3) Severance – 2. Sezon (Apple TV+)
Dan Erickson’ın ‘Severance’ı üç yıllık dayanılmaz bir bekleyişin ardından her zamankinden daha garip, daha kasvetli ve daha iddialı bir şekilde geri dönüyor.
Distopik bir ofis ortamında geçen dizi, Lumon’un ürkütücü dünyasının derinliklerine dalıyor; burada çalışanlar mükemmel iş-yaşam dengesini sağlamak adına bir beyin çipi tarafından “koparılmış” ve “koparılmamış” benliklere bölünüyor.
İkinci sezon daha fazla ölüm, daha derin gizemler ve evet, açıklanamayan keçilerin şaşırtıcı bolluğu ile çıtayı yükseltiyor. Adam Scott, karısı ve Lumon’un uğursuz sırları hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmak için saplantılı bir arayışa giren Mark rolünde kariyerinin en iyi performansını sergiliyor ve kişisel keder ile şirket kontrolü arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. Mark’ın performansına aynı derecede parlak bir yardımcı oyuncu kadrosu, akıllara durgunluk veren titiz bir sinematografi ve Theodore Shapiro’nun unutulmaz minimalist müziği eşlik ediyor.
İkinci yarıda tempo düşse ve bazı karakterler haksız yere kenara itilmiş gibi hissettirse de, nefes kesen sezon finali gibi bölümler ‘Severance’ın heyecan verici, kaçırılmayacak bir televizyon dizisi olduğunu kanıtlıyor.
2) Dying For Sex (Disney+)
“Ölmek üzere olduğunuzu bilseydiniz, nasıl bir hayat yaşamayı seçerdiniz?” 42 yaşındaki Molly Kochan için bu sorunun yanıtı oldukça net: seks dolu bir hayat.
2020 tarihli aynı adlı podcast’ten uyarlanan ‘Dying For Sex,’ gerçek hayattaki Molly Kochan’ın ölümcül meme kanseri teşhisinin ardından uzun süreli evliliğini terk ederek çıktığı libido merkezli bir kendini keşfetme yolculuğunu anlatıyor. Michelle Williams’ın hayat verdiği Kochan karakteri, diziyi hem kırılgan hem de sarsıcı bir yere taşıyor.
Dizi, karanlık temalara rağmen içsel bir neşe ve radikallik barındırıyor. Kochan’ın yakın arkadaşı Nikki’yle (Jenny Slate) kurduğu kaotik ama sevgi dolu bağ, anlatının duygusal merkezine dönüşüyor. Birlikte hem tedavi sürecini hem de Kochan’ın yoğun arzularla örülü deneyimlerini taşıyorlar. Ölümle yüzleşme anları, zamanla bağ kurmanın geçici ama derin etkilerine dair hassas bir keşfe dönüşüyor.
1) Adolescence (Netflix)
Bu yıl dünya çapında büyük ses getiren dört bölümlük ‘Adolescence’, sadece çarpıcı bir televizyon olayı değil; aynı zamanda sosyal ve politik bir uyanış çağrısı olarak öne çıkıyor. Henüz izlemeyenler için: Dizi, 13 yaşındaki Jamie’nin (Owen Cooper) sınıf arkadaşını öldürmekle suçlanmasını konu alıyor. Ancak hikaye sadece bir cinayet vakası değil — toplumun derinlerine işlemiş yapısal sorunlara ışık tutan çarpıcı bir anlatı.
Senaryosu Jack Thorne ve başrol oyuncusu Stephen Graham tarafından kaleme alınan yapım, yönetmen Philip Barantini’nin imza hâline gelen tek plan / sürekli çekim tekniğiyle gerilimi sürekli canlı tutuyor. Daha önce ‘Boiling Point’ filminde de uyguladığı bu yöntem, seyircinin nefes almasına neredeyse izin vermeyen bir yoğunluk yaratıyor. Ortaya çıkan sonuç ise teknik açıdan bir başarı, oyunculuk açısından ise baş döndürücü bir performans şöleni.
Özellikle Jamie rolündeki Owen Cooper ile ona mahkemede psikolojik değerlendirme yapan Erin Doherty’nin karşılıklı sahneleri, yılın en unutulmaz ekran anları arasında. Dizi yalnızca bireysel suç ve travmayı değil; aynı zamanda erkeklik kültürünün zehirli mirasını, kırmızı hap ideolojisinin genç erkek zihinleri üzerindeki etkilerini ve toplumun bu karanlık yönleri örtbas etmesinin doğurduğu yıkımı cesurca ele alıyor.