İzmir’in önceki Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile görevdeki CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu’nun, 4 Temmuz Cuma akşamı 58 kişiyle beraber tutuklanması, “Temmuz ayının kötü başladığı” yönündeki düşünceleri pekiştirdi.
Bu gelişme aslında beklenmedik bir durum sayılmazdı. İktidar, oy kaybettikçe politikalarını sertleştirmekte, bu sertleşme ise daha fazla oy kaybına neden olmaktadır; bu da içinden çıkılmaz bir döngü yaratıyor. Ülkeyi idare etmekte zorlandıkça, siyaseti kontrol altına alarak alternatifleri yok etme yoluna gidiyorlar. Ancak bu, sonuç vermeyecek bir çabadır. Seçimle iş başına gelenlerin bile operasyonel müdahalelerle görevden alınabileceği mesajı veriliyor, ki bu da siyaseti bir çıkmaz sokağa sürüklüyor.
Soyer tarafından çok sayıda alanda hayata geçirilen kooperatifleşme girişimi, mevcut eksiklikleri varsa bunları düzeltmek ve desteklemek yerine, bir suç unsuru olarak kullanılarak kendisine karşı bir itibar suikastı gerçekleştiriliyor.
Bu değerlendirmeleri yeni haftada kaleme almayı planlarken, cumartesi sabahı çok daha farklı bir operasyon haberiyle karşılaştık. Türkiye’de ilk defa iki büyükşehir ve bir il belediye başkanı eş zamanlı bir operasyonun hedefi oldu. İlk sorgulardan sızdırılan bilgilere göre, Zeydan Karalar, Muhittin Böcek ve Abdurrahman Tutdere, birbirinden çok farklı gerekçelerle ve bambaşka lokasyonlarda aynı anda gözaltına alındı. Buna rağmen yetkililer, bunun siyasi bir operasyon olmadığını, bir yolsuzluk soruşturması olduğunu iddia ediyor.
***
Geçen hafta boyunca tanık olduğumuz tüm bu olayların ardından, gözler bu gece başlayacak olan medya karartmasına çevrildi. Son anda sağduyunun galip gelmesi umulurken, dün öğleden sonra Halk TV’ye uygulanan karartma sansürü hakkında yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Sözcü TV de daha önce benzer bir kararla sansürün ertelenmesini sağlamıştı. Eğer son dakikada bir değişiklik olmazsa, Sözcü TV bu geceden itibaren 10 gün süreyle karartılacak. Bu durum, iktidara yasakları kaldıracağız vaadiyle gelip özgürlükleri bir istisna konumuna düşürmenin adeta bir ekran görüntüsüdür.
Belediyelere yapılan operasyonlar gibi, televizyon kanallarına yönelik eş zamanlı planlanan bu karartma hamlesi, zihinlerde şu soruları uyandırıyor: Yaşadıklarımızdan daha kötü olaylar mı bizi bekliyor? Yoksa kamuoyuna bir yalan sunulacak da gerçeğin yayılma hızını kesmek için mi bu yola başvuruldu? Diğer ihtimalleri ise şimdilik sıralamaya gerek yok.
Bütün bunlar yaşanırken, 600 bin kamu işçisinin aylardır süren bekleyişinin sabırları taşırdığına dair haberler gündemde geri plana itiliyor. İşçilere, adeta onlarla alay edercesine, neredeyse aylık enflasyon oranında yıllık bir zam teklif ediliyor. Bütün bunlar yaşanırken, 16 milyon emeklinin maaşının asgari ücret seviyesinde eşitlenmesine yönelik süreçte bir adım daha atılıyor. Bu iktidar zamanında ortaya çıkan kök maaş uygulamasının anlamı kalmadığı için, maaşlar en düşük emekli aylığına yükseltilmeye çalışılıyor. Bütün bunlar yaşanırken, ülkenin gerçek zenginliği olan zeytinliklerin talanına olanak tanıyan yasaya direnen ninelerin coşkulu mücadelesi, yalnızca dar bir çevrede yankı buluyor.
***
Temmuz ayının geri kalanı, önümüzdeki sonbahar döneminin siyasi atmosferini şekillendirecek. Yukarıda çizilen bu geniş tabloya, “terörsüz Türkiye” politikasını da dahil etmek gerekiyor. Hukukun hiçe sayıldığı, seçmen iradesinin yok sayıldığı, demokrasinin temel kurumlarının işlevsizleştirildiği ve anayasaya uymamanın bir özgürlük olarak görüldüğü bir Türkiye’de, DEM Parti ile Cumhur İttifakı’nın bir araya gelerek tam demokrasiyi tesis edeceği iddia ediliyor.
Bu sürecin medyası da oluşturulmuş durumda. Gerçekleri ifade eden yayın kuruluşlarını susturarak tam anlamıyla bir medya ortaçağı kurmayı amaçlıyorlar. Eğer bütün kanallar birleşip “Dünya dönmüyor” derse, bu bir gerçek olarak kabul edilecek noktasına gelinmiştir.
İçinde bulunduğumuz vaziyeti en net şekilde anlatan kelime şudur: Sefalet!
Bu kelime her şeyi kapsıyor. İktidar çevresi ve ondan nemalanan kesimler tam bir “sefa” içinde yaşarken, iktidar medyası bu sefanın devam etmesi için en büyük kalkan rolünü üstleniyor. Emeklilerden asgari ücretle geçinenlere, orta direkten eğitimli sınıflara kadar uzanan geniş halk kitleleri ise ya mutlak bir sefaletle boğuşuyor ya da o sefalete doğru sürükleniyor.
Bu düzeni değiştirebilecek tek seçeneği ortadan kaldırmak, en büyük amaçları haline gelmiş durumda. Hukuk da bu amaca hizmet eden bir araç olarak kullanılıyor.
Şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Bu düzen, nasıl bir hukuk anlayışıyla korunmaktadır?